Eğitimde Din ve İnanç Özgürlüğü Söyleşi Dizisi-4 | “Anayasal Prensip Olarak Çoğulculuğu ve Bir Arada Olmayı Benimsememiz Lazım”

Türkiye’nin kutuplaşmış ortamı, din öğretiminin spekülasyondan uzak, daha derinlikli konuşulmasını engelliyor. Bu sorundan hareketle hazırladığımız dört bölümlük “Eğitimde Din ve İnanç Özgürlüğü Söyleşi Dizisi”yle konuyu daha geniş çerçevede ele almayı amaçlıyoruz. Dördüncü bölümde İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Emre Erdoğan’la kutuplaşmanın boyutları ile eğitime etkisini ve din öğretiminin, günümüz Türkiye’sinde nasıl konuşulabileceğini ele aldık.

Umay Aktaş Salman 
Eğitim Reformu Girişimi Araştırmacısı ve Medya Koordinatörü

Türkiye’de eğitimde din ve inanç özgürlüğü tartışmaları uzun yıllardır sürüyor. 2023-2024 eğitim öğretim yılı başında “Din, Ahlak, Değer” başlığı altında sunulan yeni “seçmeli” dersler, haberlere sık sık yansıyan, çeşitli dini dernek ve vakıfların okullarda yürüttüğü etkinlikler, Millî Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in 17 Aralık 2023’te 38. TBMM Genel Kurulu’nda söylediği “Sizin tarikat-cemaat dediğiniz bizim STK dediğimiz yapılarla protokol yapmaya devam edeceğiz” sözleri son dönemdeki tartışmaları daha da artırdı. Türkiye’nin kutuplaşmış ortamı din eğitiminin spekülasyondan uzak, daha derinlikli konuşulmasını engelliyor. Eğitimde din ve inanç özgürlüğü, herkesin inançsızlık da dahil, kendi inancını özgürce yaşayabilmesi, tüm inançların eşit değer görmesi, bir arada yaşayabilmesi ve eğitimin de bu anlayışı desteklemesi olarak özetlenebilir. Ancak eğitimde din ve inanç özgürlüğünü savunmak, dini yok saymak ya da din karşıtlığı gibi algılanabiliyor. Bu yaklaşım, konu hakkında tartışmaları tıkadığı gibi kutuplaşmayı daha da derinleştiriyor. Oysa konuyu daha geniş bir çerçevede konuşmak, gündem yapmak çok önemli. “Eğitimde Din ve İnanç Özgürlüğü Söyleşi Dizisi”yle bunu amaçlıyoruz. Din öğretimindeki mevcut durumu, tartışmaları, çocuk hakları penceresinden din eğitimini, din eğitiminin neyi esas alması gerektiğini ve siyasal kutuplaşmanın eğitime etkilerini konunun uzmanlarıyla konuştuk. Dizinin birinci bölümünde din öğretiminde mevcut durumunu, ikinci bölümünde, okullardaki din eğitimini çocukların din ve inanç özgürlüğü hakkı perspektifinden ele aldık. Üçüncü bölümde din öğretimindeki tarihsel deneyimi, sorunları ve din eğitimin amacını konuştuk. Dördüncü ve son bölümde ise İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Emre Erdoğan’la kutuplaşmanın boyutlarını, bunun eğitime etkisini, okullar arasındaki ayrışmayı ve din eğitiminin bu ortamda nasıl konuşulabileceğini ele aldık. 


Öncelikle Türkiye’de kutuplaşmanın boyutlarını anlayalım. Siz 2015, 2017 ve 2020 olmak üzere farklı yıllarda kutuplaşmanın boyutlarını araştırdınız. Bu araştırmalar ve sonrasındaki gözlemleriniz Türkiye’de bir arada yaşama ve demokrasiye dair ne gösterdi? Kutuplaşmanın sebepleri neler?

Bizim bahsettiğimiz duygusal kutuplaşma. Duygusal kutuplaşma bir arada yaşamayı istememe hâli. Siz kendinizi bir parti ile özleşleştiriyorsunuz ya da parti taraftarlarıyla. Sonra kendinize bir diğeri tanımlıyorsunuz ve o diğeriyle aranıza bir duygusal mesafe koyuyorsunuz. Bu duygusal mesafe diğerini sevmeme olabilir, bununla yaşanabilir ama bizim iddiamız ötekileştirmenin var olduğu. Partinizin karşısına koyduğunuz partinin taraftarlarıyla birlikte yaşamak istemiyorsunuz. Ahlaken kendinizi üstte görüyorsunuz. Onların bazı haklarının geri alınabileceğini düşünüyorsunuz. Bir insanın doğuştan gelen haklarının siyasi görüşleri ya da herhangi bir kimliği yüzden geri alınabileceğini düşünüyorsanız, ötekileştirme çizgisini geçmiş oluyorsunuz. Ötekileştirme, insan dışılaştırmaya ve soykırıma kadar giden bir süreç. 

Siyasal kutuplaşmanın ötekileştirmeye dönüşmesini sağlayan faktör, sosyal kimlik teorisiyle iç içe geçiyor. Dünyaya kimlikler gözünden bakıyorsunuz. İnsanlar birden fazla kimlik taşıyorlar. Tek bir kimlikleri yok. Kimlikler, gerektiğinde devreye giriyor. Yani sürekli o kimliklerle dolaşmıyorsunuz. Benim bir takım taraftarı olmak gibi politik bir kimliğim var ama sürekli öyle davranmıyorum. Başka kimliklerim de var. Kimlikleşme süreci şöyle yapıyor; kendinize kimlik seçiyorsunuz, o kimliğe sahip olan kişilerle ya da o kimliğe sahip olduğunu düşündüğünüz kişilerle bir özdeşlik hissediyorsunuz. Bir grup, kabile gibi hissediyorsunuz. Bunu yaptığınız zaman da bir sınır çizmek zorundasınız. Kendi kabilenize bazı olumlu özellikler atfediyorsunuz. Çünkü o kabilenin, ayakta kalması için iyi bir yer olması gerekiyor. Diğer kabileye de negatif özellikler atfetmeye başlıyorsunuz. Buna sınıflandırma diyoruz. Sınıflandırma, hiyerarşi kurma, buradan da ötekileştirmeye giden yol açılıyor. Çünkü kimlikler geçişken, siz bir kuvvetli kimliği alıp diğer tüm kuvvetli kimlikleri baskılarsanız o zaman o kimlik ötekileştirmeye dönüşüyor. Burada da sorunumuz şu: Bizim çok fazla kimliğimiz var. Ülkenin geldiği hâlde ve sadece bizim ülkemizin değil, birçok ülkenin geldiği hâlde siyasi parti tercihleri kimliğe dönüşüyor. Bu ne demek? Ben A partisine oy veriyorum. Kendi taraftarlarımın B partisine oy verenlerden farklı bir kabile olduğunu düşünüyorum. O yüzden de bizim siyasal kutuplaşma dediğimiz şeye kabilecilik ya da sekteryanizm de deniyor. Benim partime oy veren insanlar, “daha iyi insanlar”, “daha güvenilir insanlar”, “vatanını daha fazla düşünen insanlar”. Ötekiler böyle değil. Ötekiler “tehdit” oluşturuyor, onlar “yalan” söylüyor, onlar “koyun” gibi. “Biz değiliz”. Bu insandışılaştırma. Siyasal kutuplaşma bunu yapıyor. Diğerini tanımamakla kalmıyor, bana diğerinin kim olduğunu işaret ediyor ve onu ötekileştirmemi istiyor. 


Siyasal kutuplaşma ötekileştirmeye giden yolu nasıl açıyor?

Katman katman sebepleri var. En dışta içinde bulunduğumuz zamanın ruhu var. Yani dünyanın hâli buna çok müsait. Ekonomik kriz, iç savaşlar, göçmenlerin varlığı, pandemi… Tüm bunlar bir belirsizlik ortamı yaratıyor. İnsanlar belirsizlikle mücadele çok iyi değiller. O yüzden de belirsizlikle karşılaştığımızda kuvvetli kimliklere sarılıyoruz. Kimlikleri savunanlara da sarılıyoruz. Dünya buraya gidiyor. Bir de ülkemize özgü koşullar var. Ülkemizdeki siyasal sistem gerçek anlamda bir demokrasi değil. Demokrasiyi şu şekilde tanımlıyoruz: Vatandaşların iradelerinin, kaderlerine yansıması. Yani hepimizin bir iradesi var, öyle bir mekanizmalar zinciri kuracağız ki bunun sonunda “Ben istediğim ülkede yaşıyorum” diyeceğiz. Her zaman istediğimiz ülkede yaşayamayız ama uzlaşacağız. Demokrasi bu ama biz çok uzun zamandır, sadece 2000 sonrası değil, daha önce de vatandaşı dışlayan, katılımcılığı önemsemeyen bir rejim içindeyiz. Hiçbir şeye katılamıyoruz. Bizim demokrasimiz seçme eylemi yaratıyor. Kimi seçiyoruz? Bize verilenler arasından birisini seçiyoruz. Dolayısıyla bizim rejimimiz bir tür seçmeli demokrasi. İkincisi, bizim rejimimiz referandum rejimine dönüştü. 2007, 2010 ve 2017’de referandum oldu. Sürekli referandum yapıyoruz, bir de referandum benzeri seçim yapıyoruz ve sistemimiz başkanlık. Başkanlık sistemi de referandumdur. Başkanlık sistemi kutuplaştırır. Çünkü başkanlık sisteminde birisi kazanır, diğeri kaybeder. Kazanan her şeyi alır, kaybeden her şeyi kaybeder. Dolayısıyla sürekli siyasi iktidardan dışlanan bir kesim olur ve nasıl başkan seçtiğinize bağlı olarak bu çoğunluk olabilir. Demokrasiyi gerçekleştirmek, vatandaş katılımı kenara gider, amaç seçimi kazanmak olur. “Kazan ya da öl seçimleri”. Üstelik bu sadece başkanlık düzeninde olmuyor bizde. Muhtarlığa kadar her seçimimiz “kazan ya da öl seçimi”. Siyasetçilerin çok işine geliyor bu çünkü detaylı çözümler getirmelerine gerek yok. Yapmaları gereken kimlik siyaseti. Türkiye’de çok uzun süre kimlik siyaseti yapıldı. 1990’larda çıkan postmodernizme çok büyük eleştiri var “kimlikçilik yapıyorsunuz” diye ama kimlikçilik ve kimlik siyaseti arasında fark var. Kimlikçilik diğer kimliklerin varlığını tanıma, kimlik siyaseti masaya kimliği vurma. Bizde kimlik referandumları yapıldı. Sosyal medya, kimlik referandumlarını kolaylaştırıyor. Her gün referandum yapıyoruz, her gün taraf oluyoruz, bu çok ciddi bir sorun. Ülkenin siyasal rejimi bu, yaptığımız uygulamalar da katılımcı değil. Orta alan yok. Aracı kurumlar; sivil toplum kuruluşlarıdır, medyadır, sosyal medyadır. Yani farklı insanları bir araya getiren kurumlardır. Bizde o kalmadı. Sivil toplum zaten kuvvetli değildi, kalmadı. Medya kutuplaşmış durumda. Sosyal medya kutuplaştırıcı. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim sistemi çok uzun zamandır endoktrinasyonu ortaya çıkartan, eleştirel düşünceyi istemeyen, toplumdaki hiyerarşiyi yeniden üreten bir sistem. Türkiye’de sosyal devletin geriye çekilmesi ya da hiç olmaması aile bağlarını, birincil ilişkileri öne çıkarıyor. Kabileleri öne çıkarıyor. Yani Türkiye’de bir iş bulabilmek için “iş piyasasından” olmanız gerekmiyor. “Tanıdıklarınızın” olması, “Siyasi kabileye” dahil olmanız gerekiyor. Bir sürü faktör bir araya gelip kutuplaşan bir ülkede bulunuyoruz. Kutuplaşma dediğiniz şey bu. Tek bir parametreye bakarak anlamak mümkün değil. Şöyle diyelim, “Kutuplaştırıcı söylem kullanmasın siyasetçiler”. Kullanmasın da, tüm yapı bunun üzerine kurulu iken, kullanmasın. Bir şey değiştirebilir mi?


Farklı yıllarda, 2015, 2017 ve 2020’de yapmıştınız araştırmayı. Kutuplaşmada yıllar içinde nasıl bir değişim söz konusu?

Araştırmalarımız 2015’te, 2017’de referandum öncesinde ve darbe sonrasında, 2020’de de pandemi sonrasındaydı. Bu dönemler, ülkedeki ortamın daha kutuplaştırılmaya müsait olduğu dönemlerdi. 2015’te araştırmayı yaptığımızda, “Ne kutuplaşması, ülkede barış içinde yaşıyoruz” diye bir reaksiyon almıştık. 2020’de yaptığımız en son araştırmadan sonra “Birbirimizi kutuplaştırıyoruz ama onlar daha fazla kutuplaştırıyor” çıktı. Ankete katılanlardan “Kutuplaştırmayın ayıp ediyorsunuz”u duyduk. Ancak kimse kendisinin kutuplaştırdığını söylemiyor. Oysa bunun bireysel olarak farkına varmak önemli: “Ben kutuplaştırdım”, “Ben ötekileştiriyorum”… 


2017 ve 2020’deki araştırmalarda, eğitimin en önemli sorunlar arasında olduğu ifade edildi. Çocuklarının hak ettikleri eğitimi alamama kaygısı ortaklaşılan bir sorun iken çarpıcı iki sonuç daha var: Araştırmaya katılanların yüzde 67’si, çocuklarının en uzak hissettiği parti taraftarlarının çocuklarıyla arkadaşlık etmesini istemiyor; yüzde 35’i, en uzak hissettiği parti taraftarlarının, kendi ihtiyaçlarına uygun eğitim almalarını istemiyor. Bu sonuçları nasıl yorumlarsınız?

Siyasal kültürle, sosyal devletin olmamasıyla alakalı, “güvenli ağlar” deriz, bu ağların olmamasıyla ilgili bir sürü sebep. Gerçekten de yüzde 70-75 “diğeri”ni istemiyor. Komşu olarak istemiyor, çocuğunun “diğeri”yle arkadaş olmasını istemiyor. Anketörlerimiz gidiyor, kapıyı çalıyor, soru soruyorlar. Anketörlere söylenenler her zaman doğru olmaz. “Ben Suriyeli komşu istemem” der. Sonra bakarsınız en yakın arkadaşı Suriyeli. Sorarsınız “Hani arkadaş istemiyordun” diye. “Ama o bizim Ahmet” der. Sosyal olarak arzu edilebilirlik ya da sosyal uyum dediğiniz faktörler devreye girer. Örneğin çocuğunu dövdüğünü söylemiyor, çünkü sosyal olarak arzu edilebilen bir şey değil ya da sigara içtiğini söylemiyor, sosyal olarak kabul edilebilir bir şey değil. Ama X partisi taraftarını komşu olarak istemediğini söylüyor. Anketöre deklare ediyor, tanımadığı insana gönül rahatlığıyla bunu söyleyebiliyor. Demek ki normal bir şey hâline dönüşmüş. Meselemiz o. Peki pratikte ne oluyor? “1970’ler böyle değildi”yi duyacaksınız. 1970’lerde bile, “kapıcı çocukları” vardı. Eğitim sistemi çok da övülecek bir sistem değildi ama okulun olduğu yerde herkes aynı okula giderdi. Farklı tabakalardan insanlar bir araya gelirdi. Öte yandan ayrımcılık da olurdu, birliktelik çok da olmazdı. Yani 1970’lerin sonundan başlıyor. Mesele şu: Biz bu tür okulları tamamen yok ettik. Türkiye’de özel okullara gidenlerin oranı yüzde 15, yüzde 85 devlet okullarına gidiyor. Oradan başladı ayrışma. Para meselesi. Orada bir dışlama var. Öteki taraftan bakıyorsunuz devlet okulları arasında da ayrışma var. Yani tüm devlet okulları aynı değil. Çankaya’da bir arkadaşımın ofisinde toplantı vardı. Sokağa giremedik. Niye? Okul varmış, çıkış saatinde kalabalık, servisler, arabalar… Bu ülkede herkes hesapta çocuklarını adrese kayıtlı olduğu okula yolluyor. Bir kısım çocuklarını Çankaya’daki “daha iyi” devlet okuluna yollamayı tercih ediyor. Çankaya’da yaşayanlar da çocuklarını özel okula yollamaya tercih ediyorlar. Ayrışma başlıyor. Bizim özel okul sistemimiz de çok kapsayıcı bir sistem değil. Burs oranları çok düşük. Çünkü okullar kâr odaklı. Şimdi bu okullar düzeyindeki ayrışma, yaşam tarzının ayrışması; mahalleler ayrışıyor…. Sadece İstanbul’da değil. Her ilde gettolaşma var. Gettolaşma iki yönde olabilir. “Çöküntü mahalleleri” dediğimiz mahallelerde olabilir ya da kendilerini site duvarlarının arkasına alanlar. Böyle yaşayan çocuklar var. Sitenin içerisinde yaşıyor. Servisle okuluna gidiyor, servisle dönüyor. Diğeriyle karşılaşmıyor. İdealize etmiyorum ama benim çocukluğumda bütün ilçenin çocuklarının oynadığı bir top sahası vardı. Şimdi o top sahası yok. O yüzden de bazı çocuklar özel okulların, kursların sağladığı olanaklarla spor kurslarına gidiyor. Bazı çocuklar da belediyenin kurslarına. Farklı toplulukların çocukları karşılaşmıyorlar. Alışveriş merkezinde birbirlerine teğet geçiyorlar. Alışveriş merkezine gitmek de parayla alakalı bir şey. İnanılmaz bir ayrışma var. Karşılaşmalar yok. Türkiye’de 1996’dan beri gönüllülük yapan gençlerin oranı yüzde 10’un altında. Bu ülkede her şey değişiyor bu değişmiyor. Gönüllülük en fazla karşılaşmaların olacağı bir yer. Dolayısıyla bizim eğitimimiz ayrıştırıcı bir eğitime dönüşüyor, bu mesele hakkıyla da tartışılmıyor. Türkiye’de eğitim yukarı sosyal hareketliliği sağlıyor mu? Bence sağlıyor. Gördüğüm çalışmalar da sağladığını gösteriyor, özellikle kadınlar için. Ama Türkiye’de eğitim ayrışmayı engelliyor mu? Bu konuda ben bir çalışma görmedim, hissiyatım engellemiyor. Daha fazla ayrışıyoruz.

İki sınava odaklanalım. Bir tanesi şu anda gündemde olan LGS. 1,5 milyon çocuk sınava giriyor. Bakın bunların yüzde 10’u bile değil yüzde 2’si tercih yapıyor aslında. 30 bin tane kontenjan için rekabet ediliyor. Geri kalanlar… Eğitim sistemimiz bu. Aslında bu sınav herkes sınava girmesin diye tasarlanıyor. Ama öyle olmuyor. Demek ki insanlar eğitime çok önem veriyorlar. Sınav sonuçlarında yüzde 2 tercih yapabilir durumda, onun da yarısı parayla tercih yapabilir durumda. Parası yetmeyebilir. Herkesin bütçesi yıllık 500 bin TL’lik özel okula yetecek diye bir şey yok. İkincisi üniversite sınav sistemimiz. Belli okulların öğrencileri yurt dışına gidiyorlar. “İyi okullar”ın öğrencileri, iyi üniversiteleri kazanıyor. Bu, o okullardaki eğitimin iyiliği mi? Tartışılır. Bu çocuklar zaten iyi. “Çocuklarını iyi okullara sokan ailelerin olanakları, onları iyi dershanelere, iyi özel ders öğretmenlerine göndermeyi de sağlıyor. Türkiye’de eğitim, dediğim gibi eşitsizliği pekiştiriyor ve şunu görüyorsunuz: 3 milyon kişi üniversite sınavına giriyor, bunların 2 milyonu tercih yapıyor, 1 milyonu tercih yapmıyor. Yerleşenlere bakıyorsunuz, ilk defa sınava girenlerin sayısı ile ikinci defa girenlerin sayısı neredeyse aynı. Yani bizim idealize ettiğimiz “liseden mezun oldu, üniversiteye gitti” diye bir şey yok. Sınava ikinci defa girenlerin sayısına bakılırsa üniversiteye pişmanlıkla gelenler var. Öte yandan yerleşenlerin çoğu da açıköğretime gidiyor.

Tüm bunların üzerine toplumsal cinsiyetin etkisi ekleniyor. Bir gerçekten bahsedeyim. Türkiye’nin büyük şehirlerindeki üniversiteler daha iyi. Büyük şehirlerde yaşam daha pahalı. İnsanlar kız çocuklarını büyük şehirlerde okutamadıkları için ya okutmuyorlar, kendi şehrinde kalmasını istiyorlar (çünkü paraları yok; orada iyi, güvenli bir hayat kuramayacaklar kız çocuklarına) ya da “dizimizin dibinde dursun” diyorlar. “Erkek çocuğu gitsin, orada hayatını nasıl olsa kurar” diyor. Batıdaki üniversitelere özellikle ekonomik nedenlerle gidememe sorunu, ciddi bir toplumsal cinsiyet eşitsizliği yaratacak, bunun etkileri de önümüze gelecek. Bunun siyasi kutuplaşmayla ne alakası var? Türkiye’deki siyasi kutuplaşma boyutlarından birisi sınıfsal. Bu sınıfsallık, sadece işçi sınıfı ya da kapitalist sınıftan olup olmama değil; tüketim alışkanlıkları, sahip olunan değerler vb. ile doğrudan ilişkili. Türkiye’de “daha batılı”, “daha modern” yetişmiş kişiler başka kutupta, daha geleneksel bir kültür içerisinde yetişmiş kişiler öteki kutupta. Merkez çevre çelişkisi orada aynen gözüküyor. Batıda yoğunlaşmış, merkezi temsil eden insanlar bir kutup oluşturuyor, çevreden gelenler öteki kutbu oluşturuyor. Bu da bahsettiğimiz ayrışmayı katmanlaştırıyor. 


Böyle ayrışmış bir sistemden geçen çocuklar için dezavantajlar ya da bunun yaratacağı toplumsal sıkıntılar ne olabilir sizce?

Bizim bütün bu yaptığımız ötekileşme çalışmaları gösteriyor ki, temas önemli. Biriyle temas ederseniz, insandışılaştırma sona eriyor. Ona kıymet vermeye başlıyorsunuz. Şöyle hayatlar görüyoruz; bir genç, Bursa’nın iyi okullarında okuyor, orada bir hayat kuruyor, alışveriş merkezine gidiyor. Diğeri Bursa’nın periferisinden, meslek lisesinden gelmiş, meslek lisesinde okuduğunu yapmak istemiyor, tezgahtar oluyor. Karşılaştıkları yer ve rol bu. Diğerini tanımıyor, zevklerini bilmiyor. Zevk demek, seçme demek. Seçtiğimiz şeyler üzerinde de rekabet var. Amerika’da yapılmış bir çalışmaya göre müzeye giden çocuklar akademik olarak daha başarılı ama müzeye gittikleri için değil. Onları müzeyi götürmeyi düşünen anne-babaları olduğu için. Bir grup çocuk böyle yaşıyor. Anneleri babaları tarafından müzeye götürülüyor. Başka çocuklar ve ebeveynler de var. Evde 3-4 tane çocuk, biri çok küçük, şubat tatilinde kız çocuğa en küçüğün bakımını veriyor. Bu çocuk müzeye nasıl, ne zaman gidecek? O yüzden de karşılaşmıyorlar. Karşılaştıkları zaman da birbirlerini yadırgıyorlar. Çünkü başka bir şey daha biliyoruz: Medyamız kutuplaşmış olduğu için diğerini temsil etmiyor. Medyanın en büyük sorunu temsil. Medya diğerini nasıl temsil ediyor? Diğerini görmüyoruz medyada. Dünya hakkındaki algımızın büyük kısmı medya üzerinden oluşuyor, medya ve sosyal medya, kalıpyargılar üzerinden oluşuyor. Medya da kalıp yargıları pekiştirir hâlde. Diğerini hayal bile edemiyor çocuk. Tabii burada çapraz kesen bir şey var: Kültür. Kültür bu kadar ele avuca sığan bir şey değil. Bunu görsel sanatta da, müzikte de görürsünüz, yemeklerde de görürsünüz; kültür hareket eder. Aslında ister istemez buradan, kültürden temaslar oluyor ama karşılaşmalar lazım. 


Siyasi kutuplaşmayı da göz önüne aldığınızda, din öğretimi (zorunlu DKAB dersi, imam hatip okulları, seçmeli din dersleri, dini vakıflarla yapılan işbirlikleri vb.) uzun yıllardır tartışma konusu, din öğretimi sizce toplumdaki kutuplaşmanın sebeplerinden biri mi? Bu tartışmalar kutuplaşmayı ve eğitimi nasıl etkiliyor?

Türkiye’de bu bir kutuplaşma konusu mu? Derecesi var, çünkü Türkiye’de zorunlu din eğitimi 1980 sonrasında geldi ve bahsettiğimiz eğitim, zorunlu Sünni-Hanefi eğitimdir, toleranssız. TESEV’in, Ruşen Çakır’ın da yer aldığı güzel bir araştırması vardı. Araştırma sonuçlarına göre imam hatipler sosyal hareketi azaltan değil artıran bir alan. Mânâsı şu: Kız çocukların okuldan, eğitimden ayrılma oranı çok yüksek Türkiye’de. Bunun sebeplerinden bir kısmı da “kültürel”. Yani bir aile muhafazakar ise kızın okumasını istemeyebiliyor. Hayatın böyle bir gerçeği var. O dönemdeki mesele şu: İmam hatipler, çocukları izole bir şekilde, yani hayatın tehlikelerinden uzak bir şekilde, dinlerine bağlı olarak yetiştirebilecek okullar olarak sunuldu insanlara. Muhafazakar velinin gözünden baktığınızda, çocuğunu herhangi bir liseye yolladığı zaman orada alacağı eğitime, sadece öğretime değil, şüpheyle yaklaşıyor. 1980’lere kadar gelen Kemalist endoktrinasyon var. Dolayısıyla deniyor ki “Gönderin imam hatiplere, bunlardan uzak kalsın”. TESEV araştırması sonucunda net olarak gördük bunu. İmam hatipler normalde okumayacak genç kadınların ve belki de erkeklerin gittikleri okul oldu. Bir fırsat alanı yarattı insanlara. Mobilizasyon alanı yarattı. Gerici bir girişim değildi, ileriye doğru bir hareketti. Bu önemli bir şey. Biz çevrenin gerici olduğunu düşünüyoruz merkezden baktığımızda. Hayır, çevre de ileri gitmek istiyor. İkincisi, bu okullar rekabetçi hâle geldi. Kartal İmam Hatip Lisesi en tipik örneğidir. Yani imam hatip okullarından çıkanların önü açıldı. İmam hatip mezunlarının ilahiyata gitmek zorunda olması engelini kaldıran karar önemliydi. O zaman imam hatip mezunları Mülkiye’ye girebildiler. Kendi muhafazakar dünyanızda tehlikelere karşı korumaya çalıştığınız kadınlar, çocuklar korunarak, dinlerini de bilerek hayata katılabiliyorlar, bunda da bir sorun yok zaten. İmam hatiplere ilişkin sorun, iki seferde geldi. Bir tanesi 28 Şubat 1998 sonrasında geldi. 28 Şubat’ın aldığı karar hayırlı bir karar değildi. Bedeli çok ağır oldu. 8+4=12 yıllık eğitimde bir sorun yok. Ama tüm ortaokulları kapatmakta sorun var. Elit okulların da ortaokullarını kapattılar, sadece imam hatip ortaokullarını değil. İmam hatiplerin kapatılması okuldan ayrılmaya yol açmadı. Onu da biliyoruz, bununla ilgili çalışma var. Hatta 8 yıllık eğitim normalde okumayacak kız çocukların okumasına bile yol açmış ama öte tarafta ortaokulları budadı. Yüksek öğretimde de çok sert davrandı 28 Şubat. Bu kabul edilebilir bir şey değil. Şu anda İslamcı ya da siyasal İslamcı kanadın en büyük travmalarından biri 28 Şubat’tır. Yani Temmuz 2015 de bir travmadır ama bu ciddi bir travmadır ve kuşaktan kuşağa da aktarılır, biz bunu ötekileşme çalışmasında gördük. 28 Şubat’tan sonra doğmuş çocuklar, ablalarının okula gidemediği için ne kadar üzüldüklerini anlatıyorlar. İkinci kırılma, 4+4+4. 8+4 kırılmaya yol açmadı ama 4+4+4 okuldan ayrılmaya yol açtı. İmam hatip liselerinin sayısı arttı. İmam hatip liseleri artık ne kadar rekabetçi bilmiyorum, boş kaldıklarını biliyorum. Yani sıradan bir veliye sorduğumuzda birinci tercihi imam hatip lisesi olmuyor. Oraya yerleşen çocuklar sınavda görece “başarısız çocuklar” olabiliyor. Meslek liselerine, imam hatip liselerine çok başarılı çocuklar gitmiyor. Kartal İmam Hatip Lisesi ya da Bağcılar’daki bir imam hatip lisesi model liselerdi. Bütün cemaatler kaynaklarını oraya aktararak orayı rekabetçi kılmaya çalışıyorlardı. Hâlâ Kartal İmam Hatip Lisesi iyidir. Türkiye’de imam hatipler toplumun ihtiyacını karşılayarak ortaya çıktılar. Gökten inmedi. Öyle bir ihtiyaç vardı. Şu anda hangi işlevleri yerine getiriyor, ayrı bir tartışma konusu.

Bizde din eğitimiyle ilgili konuların iki türlü kutuplaştırıcı etkisi var. Gittikçe alan açılmaya çalıştığına dair bir algı var. Yani dini eğitiminin daha fazla verildiğine dair bir algı var. Pratiği ne kadar doğru bilmiyorum. Ama algı o. İkincisi daha ortodokslaştığına dair bir algı var. Çoğulcu bir din eğitimi değil. Yani hem din eğitiminin oranı artıyor hem de daha ağırlaşıyor. Sınavda da sorulduğu için başarıya girdi sağlamaya başlıyor. Bu da insanları rahatsız ediyor. Çünkü empoze ediliyor. Bazı gettolarda yaşayanlar, tırnak içinde çocuklarını buna karşı koruyabiliyorlar. Ama yüzde 80-85’i bu endoktrinasyona maruz kalıyor. Devlet okuluna giden yüzde 80- 85’lik bir kesimi daha fazla, daha radikal bir dini eğitime maruz bırakmakta sorun var. Yani “Okulda ne öğretilirse ben evde tersini öğretirim” bir çözüm değil. Buraya daha normatif yaklaşmak zorundayız. Daha anayasalcı bir şekilde yaklaşmak zorundayız. Burada sorun var. Dolayısıyla imam hatiplerle veya din eğitimiyle ilgili haberler daha fazla duyulduğunda toplumun bir segmentinin rahatsız olması anlaşılır. Esas soru ne kadarı? Yani yüzde kaçı? Şimdi baktığınız zaman Türkiye toplumunun yüzde 90’ı gerçekten kendini dinle özleştirir. “Dinsizim” diyen yok. Tanrı inancına bakıyorsunuz, orada da inançlı toplumdan bahsediyoruz. Yani verilen eğitimin bir dozu kabul edilebiliyor muhtemelen ama kim kabul etmiyor? Burada kutuplardan birini Aleviler oluşturuyor Türkiye’de. Nüfus içerisinde yüzde kaç olduğunu bilmediğimiz, yüzde 10 diyebileceğiniz bir kesim var. Yani bu topluluk açısından Sünni Hanefi endoktrinasyon pek kabul edilebilir değil, ayrıca insan haklarına da aykırı…

Eğitim hem kutuplaşmadan etkileniyor hem de kutuplaşmayı derinleştirebiliyor. Kutuplaşmanın eğitimi etkilediği alanlarda neler yapılabilir ve eğitim yoluyla kutuplaşmanın önüne nasıl geçilebilir? Aynı soruyu din eğitimi özelinde de sormak isterim.

Benim de dahil olduğum bir uluslararası araştırma ekibi, sadece Türkiye’de düşünen, yazan değil başka bağlamları da göz önünde tutan bir ekip. Bizim, çocuğun iyi olma hâli dediğimiz bir yaklaşım var. Eğitim alanı, çocuğun iyi olma hâlini belirliyor. Eğitim gerçekten öğrettikleriyle de kıymetli. Çünkü sınıfsal ve bilişsel hareketi sağlayan şey eğitim hâlâ. Eğitimden vazgeçecek durumda değiliz. İkincisi, okul, çocuğun iyi olduğu yer. Sosyalleştiği yer arkadaşlarıyla, olanaklara eriştiği yer. Mahallede spor sahası yoksa okulda var. Onu ilerleme olarak kaydetmek lazım. Yeni okullarımızda birçok imkân var: Çok amaçlı oda var, yani kütüphane iyi kötü var, internet var. Okul çocuk için görece güvenli bir yer. Tüm okul kazalarına rağmen okul, çocuk için güvenli bir yer. Bu da önemli bir şey. Perspektifimiz eşitsizliklere odaklanıyor. Okula herkes gidemiyor. Okuldan ayrılmalar var, erken evlilikler var, çalışmak zorunda kalan çocuklar var. Evdeki iş yükü nedeniyle okuldan ayrılanlar var, akademik başarısızlık var, dışlanmak var. Bu eşitsizlikleri gidermek gerekiyor. Bu eşitsizlikler de çok katmanlı. Hem toplumsal cinsiyet hem etnisite hem de sınıfsal boyutları var. Eşitsizlikler yaratan bir eğitim sisteminin içerisindeyiz. Eşitsizliklere kör olamazsınız, eşitsizlikleri göz önünde tutarak bir şey yapmak zorundasınız. İlk yapılması gereken şey, bu eşitsizliklere kör olmayacak bir eğitim sistemini hayal etmek; ikincisi, güçlendirme. Adalet ve eşitlik arasında karikatürize bir tasvir var, herkese aynı boy sandalyeyi vermiyorsunuz. Boyu kısa olana daha uzun sandalye veriyorsunuz. Adaleti sağlamanız lazım. Adalette de şöyle bir şey sağlamanız lazım. Öyle bir okul tasarlayın ki herkes gitsin. Bizim yapmadığımız bu. Peki bunu kimi tasarlayacak? Siz bu tasarlama işini devlete bıraktığınız zaman bu iş olmuyor. Devlet bir optimizasyon sorunu, çünkü devlet kaynakları optimize ediyor. Hayal edemeyeceğimiz kadar çok öğrenci var. Tüm bunun finansmanını sağlayan, tüm öğretmenlerin maaşlarını yatıran devasa bir kurum var. Onunla uğraşıyor. Binlerce okulda tuvaletleri temiz tutmaya çalışıyor. Böyle bir kurum, eğitim politikasını nasıl belirliyor? Bu bir soru işareti. Bunu belirlerken mühendislik projesi olarak mı tasarlayacaklar? Yoksa toplumsal gerçekçilik mi yapacaklar? Her kesimi dahil etmeye mi çalışacaklar? Evrensel bir eğitim politikası tasarımı yapamazsınız ama prensipleri belirleyebilirsiniz. Şimdi bu prensiplerin arasında kutuplaşmayı gidermek var mı? Hükümetin yok böyle prensibi. Öncelikler arasında değil. Kutuplaşmayı aşmak için neler yapılabilir diye bir kitap yaptık. O kitapta temas, sanat ve eleştirel düşünme, okuryazarlık dedik. Bunları önceliyor mu devlet? Eleştirel okuryazarlıktan Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) ne anlıyor? MEB dediğiniz, hükümet politikasının parçası. Yani eğitime siyasi bir hedefle bakan bir kurum. “Okulların niteliğini artıralım ve böylelikle şu ayrışmayı engelleyelim” diyebilirsiniz. Bu da kaynak ve irade gerektiriyor. Türkiye’de ayrışma var. Yoksul, Kürt, Suriyeli çocuklar ayrımcılığa uğrayabiliyorlar sınıflarında. Veliler bu çocukları istemiyorlar. Bu ülkede çoğulculuğu nasıl savunacaksınız? Çoğulculuk isterler mi? Dolayısıyla eğitimi, ancak ve ancak üzerinde anlaşılan bir anayasal prensip olarak benimsememiz lazım. Bakın hükümet politikası demiyorum, devlet politikası da demiyorum. Anayasal prensip olarak çoğulculuğu ve bir arada olmayı benimsememiz lazım. Biz iyi bir demokrasi istiyorsak çoğulcu bir demokrasiye ihtiyacımız var ve bunun anayasal bir prensip olması gerekli. Hükümet, devlet politikalarına bırakılmaz. Her zaman ülke politikası, devlet politikası olmuyor çünkü. Devletin kendi politikaları da oluyor. Vatandaşa da bırakılmaz; “Vatandaş bastırsın da çoğulcu politikaya geçelim”. Çünkü vatandaşın kendi dertleri var. Bunun anayasal bir prensip hâline gelmesi gerekli. Yeni bir anayasa yaptığımızda gelebilir. Bunun için siyasi bir irade oluşur mu, çok kolay değil. Yani siyasetçilerin işine gelmiyor bu işin çözülmesi. Yöntemi ve içeriği tartışılır ama yeni bir anayasa yapmayı geçen sene hayal ettik. Şu anda hangi siyasetçiye “Bu sorun. Bir sonraki anayasada bunu çözelim” deseniz, “Çok iyi fikir” der. Çözer mi? Bilmem. Yani çözmek ister mi? İstemeyeceğinden eminim. Çözme iradesi nereden gelir? Çok kolay bir şey değil. Kutuplaşmayı çözme iradesi görmedim. Kutuplaşma herkes için konforlu bir alan. 

Eninde sonunda şöyle bir şey denecek: “400 bin TL veriyorum, çocuğum kendi gibi olanlarla okuyor en azından.” Ben de diyeceğim ki, “Sen 400 bin TL verme, çocuğun şu mahalle okuluna gidecek. Eğitim yarı yarıya iyi olacak ama ötekiler de var.” Bakalım istenecek mi? Türkiye’deki eğitim sisteminin bu ayrıştırıcı tarafını iyi analiz ettiğimiz düşünmüyorum. Eğitim çok siyasallaşmış bir alan. Eğitim endoktrinasyon alanı. Siyasi iktidarlar orayı arka bahçeleri olarak görüyorlar. Devlet orayı arka bahçesi olarak görüyor. Dolayısıyla oraya dair iyileşme istediğiniz zaman bu güç odaklarıyla didişmeniz gerekir. Çok kolay değil. İyimser bir resim de değil ama şöyle bir şey var. Kutuplaşma fikri en azından anaakımlaştıysa, ona çözüm önerileri de anaakımlaşabilir. Buradan da kasıt ne? Bunu savunan insanların sayısı artar. Bunu dert eden insanların, kurumların sayısı artabilir.

Din eğitimine gelelim; Türkiye’de din kitapları, devletin dini kontrol etme arzusunun tezahürü. Devlet dini kontrol etmek istiyor. Diyanet de. Bakın Türkiye’de tüm camilerde aynı hutbe okunuyor cumaları. Aynı standart, uygulama. Okumazsanız kavga çıkıyor. Merkezleştirmeyi istiyor. Din dersleri de öyle. “Türkiye’de din derslerini kaldıralım. İsteyen istediği yerde din eğitimi alsın” derseniz cemaatlerden önce en başta hükümet ve devlet rahatsız olur kontrol dışı olacak diye. O zaman müfredata ve din kitaplarına bakalım. Bu ders olacaksa çoğulcu bir şekilde tasarlamak lazım. Biz bunu tartışmıyoruz; din eğitimini, din eğitiminin nasıl bir toplum yarattığını tartışmıyoruz. Burada bir iradenin oluşması kolay değil. 

 

O irade nasıl oluşabilir?

AÇEV’in 7 Çok Geç kampanyasını hatırlıyorum. Toplumda okulöncesi eğitime dair ahım şahım bir talep yoktu. Kampanya başlatıldı. İki önermesi vardı; erken çocukluk eğitimi alırlarsa ülke ekonomisi uçuyor ve çocuklar daha başarılı oluyorlar. İkinci önerme daha başarılı oldu; eğitim, mobilizasyon aracı olarak görüldüğü için. Siyasi irade harekete geçti. Niteliği tartışalım ama siyasi irade harekete geçti.

Bu hâliyle verilen din eğitimi zarar veriyor mu? Nasıl zarar verdiğini kanıtlarıyla göstermek lazım. İdeolojik yaklaşmamak lazım. O zaman kutuplaştırmada kullanılıyor. Ya buna ideolojik olarak yaklaşıp araçsallaştıracaksınız ya da bunu sorun olarak görecekseniz; tali bir sorun olmadığını, önemli bir sorun olduğunu göstereceksiniz. Sorun olduğunu tespit ettikten sonra çözümün katılımcı ve vatandaş merkezli bir şekilde yapılması gerekiyor. Sorundan etkilenen herkesin karar verme sürecine dahil olduğu şekilde yapılması lazım. Çocuk da otursun müfredatı hazırlamaya.

    •  
    •  

“Bu yazıdaki görüşler ERG’nin görüşlerini yansıtmayabilir.”

İlginizi Çekebilecek İçerikler

Eğitimde Din ve İnanç Özgürlüğü Söyleşi Dizisi-3 | “Din Eğitimi İdeolojik Kavgaların Sebebi Hâline Getirildi”

Türkiye’nin kutuplaşmış ortamı, din öğretiminin spekülasyondan uzak, daha derinlikli konuşulmasını engelliyor. Bu sorundan hareketle hazırladığımız dört bölümlük “Eğitimde Din ve İnanç Özgürlüğü Söyleşi Dizisi”yle konuyu daha geniş çerçevede ele almayı amaçlıyoruz. Üçüncü bölümde Kocaeli Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Eğitimi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. M.

Eğitim 360° (72): Din Öğretiminde İhtiyaçlar ve Sorunlar Neler?

Medyascope işbirliğiyle hazırladığımız Eğitim 360°’ın yeni bölümünde ERG Araştırmacısı ve Medya Koordinatörü Umay Aktaş Salman ve ERG  Eğitim Gözlemevi Koordinatörü Burcu Meltem Arık Türkiye’de çok uzun yıllardır tartışma hatta kutuplaşma konusu olan bir mevzuyu, din öğretimini ele aldı.

Eğitimde Din ve İnanç Özgürlüğü Söyleşi Dizisi-2 | “Endoktrinasyon Niteliğindeki Din Öğretimi Düşünce, Din veya İnanç Özgürlüğünü İhlal Eder”

Türkiye’nin kutuplaşmış ortamı, din öğretiminin spekülasyondan uzak, daha derinlikli konuşulmasını engelliyor. Bu sorundan hareketle hazırladığımız dört bölümlük “Eğitimde Din ve İnanç Özgürlüğü Söyleşi Dizisi”yle konuyu daha geniş çerçevede ele almayı amaçlıyoruz. İkinci bölümde İnanç Özgürlüğü Girişimi Proje Koordinatörü Dr. Mine Yıldırım’la  okullarda dinler hakkında eğitimi,