Burcu Meltem Arık: Merhaba, ben Eğitim Reformu Girişimi’nden ve Roots & Shoots Türkiye’den Burcu Meltem Arık. Geçtiğimiz yıl Etkiniz desteğiyle eğitim hakkını izlemek amacıyla 27. Taraflar Konferansı’na katıldım. Mısır’daydı. Şimdi buna ilişkin bir bilgi notu hazırlıyorum ve değerli uzmanlarla farklı konularda podcast yayın yapıyorum. İkinci programım iklim, biyolojik çeşitlik ve ekoloji alanında uzman, doğa korumacı Dr. Özge Balkız. Özge, Doğa Koruma Merkezi ve yolda girişimi ekibinde çalışıyor. Hoş geldin Özge.
Özge Balkız: Hoş bulduk, merhabalar.
Burcu Meltem Arık: Çok teşekkürler vaktin için. Dinleyicilerimizin senin yolculuğunu senden dinlemesini istiyorum. Bize buraya nasıl geldiğini, nasıl doktor olduğunu, nasıl bu alanlarda çalıştığını, yolculuğunu anlatır mısın?
Özge Balkız: Zevkle, tekrar teşekkürler. Benim yolculuğum ODTÜ Biyoloji’de lisans eğitimim sırasında, aslında sevgili, yakın arkadaşlarımın -bunlardan biri de sensin Burcu- beni kuş gözlemciliğiyle ve ekolojiyle tanıştırmalarıyla oldu. Ondan sonra da aslında farklı sivil toplum kuruluşlarında gönüllü olarak çalışmaya başladım. Yüksek lisans tezimi koruma genetiği üzerine yaban keçileriyle yaptım, gene ODTÜ’de. Sonra yolculuk beni Fransa’da, flamingoların popülasyon dinamiklerini çalışmak üzere Türkiye’den bir öğrenciye verilen bursa taşıdı. O doktora sırasında da hem Türkiye’de flamingoların izleme çalışmalarını başlatmış olduk, hem de bütün Akdeniz’de var olan flamingo popülasyonlarının nasıl hareket ettiklerini araştırdık. Böyle detaylı çalışmaların arka planında her zaman doğanın korunması ve insan etkisinin azaltılmasına yönelik bilimsel araçları öğrenmek vardı. Türkiye’ye döndükten sonra özellikle kuşlarla ilgili çalışmalara biraz daha bilimsel yön vermek üzere Doğa Derneği’nde çalıştım 4 yıl. Ondan sonra Doğa Koruma Merkezi‘nde hem uygulamaya yön vermek hem de uygulamaya yön verirken farklı sektörlerle çalışmalarda mümkün olduğunca koruma bilimi disiplinini aktarmakla ilgili bir görevim oldu. Hala devam ediyor. Bir de yarı zamanlı olarak Yolda Girişimi adlı, kültürel pratiklerle biyolojik çeşitlilik arasındaki bağlantıyı kurmayı hedefleyen bir başka sivil toplum kuruluşunda çalışıyorum. Temel odağım bugün artık biyolojik çeşitlilik krizi ve iklim krizi diye birlikte ele aldığımız konular üzerine, özellikle farklı sektörlerin uygulamalarına nasıl etki edebiliriz, buna bakmak, bununla ilgili çözümleri üretmek ve her zaman araştırmaya devam etmek diye özetleyeyim kendimi.
Burcu Meltem Arık: Çok teşekkür ediyorum, çok kıymetli buluyorum hem her iki kurumda yaptığın ayrı çalışmaları hem de senin bu kurumlar üzerinden kurduğun bağları. Biyolojik çeşitlik ve kültürel çeşitliliği kastederek söylüyorum. Kıymetli bir yol ve yolculuk olmuş senin için. İklim alanında Türkiye’de danıştığım isimlerden birisin. Bu alanda neler olup bittiğini senin gibi değerli uzmanların biz eğitimcilere anlatmasını çok önemsiyorum. Çünkü biz belirli ölçüde bunu bilebiliyoruz, özellikle koruma bilimi alanında olmadığımız için ya da o alanlardaki materyaller Türkiye’de sınırlı ölçüde olduğu için. O yüzden başlarken öncelikle şunu ortaya koymamızı isterim: iklim değişikliği Türkiye’yi bugün nasıl etkiliyor ve yakın, orta, uzak gelecekte nasıl etkileyecek? Öğrenelim ki eğitimciler olarak ne yapabileceğimizi, bizi neyin beklediğini bilelim.
Özge Balkız: Türkiye iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinden en çok etkilenecek Akdeniz Havzası’ndaki ülkelerden biri. Çeşitli çalışmalar var. Örneğin özellikle yağış rejiminin değişmesi bekleniyor. Bu ne demek? Belirli bir geçmişe yönelik baktığımızda, o geçmiş döneme kıyasla bazı bölgelerimizde yağışların azalmasını, bazılarında ise artmasını bekliyoruz. Şimdi bunu aslında gelecekle ilgili söylüyorum ama bugün de etkilerini hissetmeye başladık. İklim değişikliği tek bir şekilde etkilemiyor coğrafyaları. Bazı yerlerde kuraklaşmayı artırıyor, bazı yerlerde ise yağışların şiddeti ve sıklığını artırarak aşırı hava olaylarına, sel taşkın olaylarına neden oluyor. 2021 yılında Akdeniz’de yaşadığımız mega yangınlar çok büyük ölçekli. Normalde Türkiye’nin yıllık yangın ortalamasının 10 katı şiddette bir yangını 3 ayda yaşadık ve bu olayları artık iklim değişikliğine, iklim krizine bağlıyoruz. Karadeniz bölgesinde sıklıkla sel taşkın felaketlerini yaşıyoruz. Bir de bunun üzerine o bölgenin ekolojisine uygun olmayan yapılaşma söz konusu olunca, nehir yatakları doğrudan kurutulup yerleşime açılınca ne yazık ki bunun sonucu yalnızca ekosistemdeki kırım değil. Aynı zamanda insanlara doğrudan olumsuz etkisi oluyor, öyle ki insan ölümlerine bile neden olabiliyor. Şehirlerde ise hem Türkiye hem yakın komşu ülkelerde çok duyduğumuz bir olay da aşırı sıcak hava dalgaları. Buna ısı adaları diyoruz artık. Dünya nüfusunun büyük bir kısmı şehirlerde. Türkiye de ne yazık ki bu şekilde değişti. Kırsal nüfus azalıyor ve şehirlerdeki nüfus çok ciddi şekilde artıyor. Şehirler tabii kırsal nüfusun olduğu yerlere kıyasla veya doğal alanlara kıyasla çimentonun, geçirimsiz yüzeylerin, aslında ısının hapsolduğu alanların çok yüksek olduğu yerler. Çok ciddi ısı dalgaları özellikle kırılgan kesimlerde, yaşlılarda, kronik hastalıkları olan kesimlerde çok ciddi rahatsızlıklara, hatta ölümlere dahi yol açabiliyor. Bunu da yaşıyoruz. Bu aslında gelecekle ilgili beklenti ama bugün de emarelerini görmeye başladık. Bunların şiddetinin artmasını bekliyoruz ne yazık ki. Yani bizi bekleyen gelecek, bu tip afet diyeceğimiz olayların hem sıklığının hem de şiddetinin artması. Bizi Karadeniz’de çok daha sık, birim alana düşen yağış anlamında çok daha şiddetli yağışlar bekliyor. Ege’de ise özellikle kış döneminde yağışların çok ciddi azalması, buna bağlı olarak bütün üretim biçimlerinin etkilenmesi ve ciddi bir kuraklık artışı bekliyor. Aynı şekilde zaten yarı kurak veya hatta yarı çöl diyeceğimiz Güney Doğu Anadolu veya yarı kurak Orta Anadolu’nun daha da kuraklaşması ve bu örüntünün gittikçe genişlemesi bekleniyor. Bu da ne demek? Gıda güvenliğinin de risk altına girmesi demek, sağlığın, bütün sektörlerin ve biyolojik çeşitliliğinde etkilenmesi anlamına geliyor. Türkiye canlı türleri anlamında çok ciddi bir zenginliğe sahip, ondan da bahsedeyim bizi ne bekliyor. Endemik dediğimiz yani dünya üzerinde yalnızca Türkiye’de bulunan çok sayıda canlı türümüz var. Birçok kelebek, birçok bitki türü bunlara dahil. Özellikle hareket kabiliyeti daha kısıtlı olan canlıların değişen iklim koşullarına adaptasyonun yani uyum sağlamasının daha zor olmasını bekliyoruz. Bu da özellikle endemik dediğimiz zaten halihazırda insan baskısı nedeniyle koşulları zorlaşmış, daha dar yayılış gösteren yani daha kırılganlaşmış diyeceğimiz aslında türlerin yok olması anlamına da gelebilir. Bunlarla ilgili bazı projeksiyonlar yapılıyor, gelecek öngörüleri yapılıyor. Bunların hepsinin ortak bir çıkarımı var. Çok ciddi yatırım yapılması gerekiyor. Her türlü sektörün buna hazırlanması ve hem iklim değişikliğine neden olan sera gazlarının atmosfere salınmasının azaltılması hem de halihazırda yaşamaya başlamış olduğumuz bu etkilere uyum yönünde politikalar ve uygulamalar geliştirilmesinin önemli olduğunu görüyoruz.
Burcu Meltem Arık: Çok teşekkürler Özge. Dediğin gibi çok önemli yatırımlar yapılması gerekiyor. Bir yandan da bu yatırımlar geciktirildikçe aslında yapılması gereken yatırımlar belki de katlanarak artıyor. Ölçümü nasıl yapılıyor bilmiyorum ama arttığını uzmanlar söylüyor. Hem iklim hem biyolojik çeşitlilik konusunda acil durumdayız ve çok ciddi tedbirler almamız gerekiyor. Etkilenecek alanlardan bir tanesi de eğitim. Bir tane küçük örnek açmak isterim burada müsaadenle. Şanlıurfa’daki öğretmenler bir yandan çocukların doğaya olan sevgilerinin farklılaşması ve derinleşmesi için örneğin ağaçlandırma ya da çiçeklendirme ya da lavanta ekimi gibi çalışmalar yaparken bir yandan susuzlukla mücadele etmeye çalışıyorlar ve kuyu kazıyorlar. Üstelik de kuyu kazmalarının aslında suyu daha da etkilediğini bilmekle beraber başka bir şansları olmadığını söylüyorlar ki. Kısa bir süre sonra nasıl bir durumla karşı karşıya kalacağımızı bilemiyoruz doğrusu. Acil eylem gerekiyor. Türkiye buna nasıl hazırlanıyor? Anlattığın senaryolara, anlattığın mevcut duruma nasıl hazırlanması gerekiyor?
Özge Balkız: Ulusal ölçekte farklı strateji ve eylem planları hazırlanmış durumda. Hatta bazılarının son tarihi 2023’te ve bunlar güncellenme aşamasında. İklim Değişikliği Uyum Stratejisi, İklim Değişikliği Eylem Planı gibi, ulusal ölçekte farklı sektörlerin nasıl adım atması gerektiğini detaylandıran faaliyetleri içeren eylem planlarımız var. En temel dokümanlar bunlar. Bir Ulusal Bildirimimiz var. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamında Türkiye’nin hedeflerini tanımladığı bir Ulusal Bildirim var ki bu da Nisan 2023 yılında güncellendi. Yine bazı ulusal veya uluslararası projeler kapsamında hazırlanan Bölgesel İklim Eylem Planları var veya Sektörel İklim Eylem Planları var. Yani aslında hali hazırda birçok bilgi ve materyal üretilmiş durumda.
Hedeflenenlerin uygulanması ve farklı sektörlere entegrasyonu konusunda yeterince hızlı adım atmıyor Türkiye. En kritik olan da 2020 yılına kıyasla hiçbir azaltım yapmayacağı bir azaltım hedefi koydu Türkiye. Dedi ki, “ben 2030 yılına kadar hiçbir şey yapmasaydım atmosfere bırakacağım sere gazı miktarına kıyasla yüzde 41 daha az salacağım.” Ama bu her ne kadar kulağa hoş gelse de aslında 2020 yılına kıyasla %30 daha fazla sera gazını atmosfere salmak demek. Bununla ilgili sivil toplum kuruluşlarının, akademik birimlerin yayınları var. Onların talebi %35 azaltım olması lazım. Halbuki şu anda %30’luk bir artıştan bahsediyoruz. Yani bize sunulan sanki %41 azaltım olmuş gibi görünse de aslında bunun üzerine %65 daha azaltım yapılması gerekiyor. Yani en temel bağlayıcı hedef bu ve Türkiye 2038 yılına kadar da bu sera gazı salımı anlamında ivmelenmeye devam etmeyi hedefliyor. Pik noktasına, tepe noktasına 2038’de ulaşıp ondan sonra azaltım adımlarını atmaya başlamayı hedefliyor. Bu da özellikle 2053 yılında hedeflediği sıfır karbon politikasına göre gerçekten çok ulaşılabilir değil ve bu nedenle çok eleştiriliyor.
Planları, politikaları, strateji belgeleri var. Kalkınma Planlarına da konu edilmiş durumda iklim değişikliğine uyum ve azaltım. Ama en çok eleştirilen konu bunların kâğıtta kalması veya yetersiz olması. Somut adımları atma konusunda henüz uygulamada büyük bir eksiklik var. Türkiye, “bu konuda gelişmiş ülkeler kadar sanayileşme kapsamında çok fazla sera gazı salımı gerçekleştirmedik. O yüzden istisna bir konumda kalıp sera gazını daha yavaş azaltmak, özel bir ülke durumunda olmak istiyoruz” diyor. Yaşadığımız felaketler, senin de dediğin gibi bu acil durumda daha da geç adım atmamız durumunda hepimizi her türlü anlamda etkileyecek. Gıda güvenliğini, sağlığa erişimi, temel insan hakları anlamında eğitime erişimi, hepsini ne yazık ki önümüzdeki dönemde etkileyecek.
Burcu Meltem Arık: Çok teşekkür ediyorum. Türkiye’nin özellikle salıma yönelik hedeflerini açıkladığı salondaydım Mısır’da, 27. Taraflar Konferansı‘nda. Hayal kırıklığını bekliyorduk ama bu kadar büyük bir hayal kırıklığı beklemiyorduk. Bir de kalabalık bir ekip olarak gelmişti Türkiye heyeti. Bununla beraber, o salondan başka türlü çıkmamızı ümit ederdim. Ulusal Bildirimden bahsettin. Dinleyicilerimiz için bu yayının deşifresini yapıp paylaştığım zaman ilgili linki de koyacağım. Ulusal Bildirimlere nasıl erişilir, nasıl bulunur diye. Bildirimlerin 9. bölümü vardır ve 9. bölüm kapasite geliştirime ve eğitim alanına ilişkindir. Bugüne kadar yayımlanan tüm Ulusal Bildirimlere tezim kapsamında da bakmıştım. Hala izliyorum. Eğitim alanında neler yapıldığını Ulusal Bildirimlerden takip etmeye çalışmıştım. Fakat her raporun 9. bölümü birbirinden farklı ve göstergeler yok. Yani izleyebileceğimiz temel alabileceğimiz alanlar yok. Referanssız olduğu zaman, ilerleme oldu mu olmadı mı izleyemiyorsun. Örneğin “şu kadar çocuğa hedef eğitim verildi” diye yazdığında soruyorsun: peki nasıl bir eğitim verildi? O çocuklar da ne değişti? Niteliği nasıl? Kimler tarafından verildi? Materyaller Nasıl? Bu sorunların yanıtlarını bulamıyoruz Ulusal Bildirimlerde. Sayılar var ama nitelik biraz soru işaretli olmuştu benim için. Sonuncu Ulusal Bildirimi de ayrıca belki başka bir programda değerlendiririz. Çok önemli belgeler, izleme yapabileceğimiz, elimizde olan nadir yayınlar. Bununla beraber içeriğinin de değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu fırsatla onu da söylemek istedim. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nden bahsettin. Ben de Taraflar Konferansı dedim. Bu ikisini biz eğitimcilere biraz açabilir misin?
Özge Balkız: 1992 yılında Rio’da bir Kalkınma Konferansı gerçekleşiyor ve üç temel konuda Birleşmiş Milletler üye ülkeleri nezdinde uluslararası üç sözleşmenin temeli atılıyor. Bunlardan bir tanesi İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, bir tanesi Biyolojik Çeşitlik Sözleşmesi, bir tanesi de Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi. Bunlar hatta üç Rio sözleşmesi diye adlandırılıyor. Hepsinin kökeni 1992’ye dayanıyor. Türkiye’de bu sözleşmelere taraf. Bu sözleşmelerin hepsi, bütün üye ülkelerle birlikte ve gözlemci statüsündeki kurumlar ve uzmanlarla birlikte her yıl Taraflar Konferansları düzenliyorlar. Bunların da kısa adı İngilizce adından geliyor. COP diye yazılıyor. Bu yıl iklim değişikliğinin 28. Taraflar Konferansı Aralık ayında Dubai’de gerçekleştirilecek. 27.si senin söylediğin gibi Mısır’da gerçekleştirildi COP’ların her birinde de bir takım hedefler tanımlanıyor. Çerçeve sözleşmelerin de farklı alt anlaşmaları var. Bunlara değinmedik ama iklim değişikliği sözleşmesi kapsamında yürürlükte olan son anlaşma, 2015 yılında Türkiye’nin de yine orada imzaladığı Paris Antlaşması‘dır. Paris Antlaşması, bir buçuk derecenin altında bir küresel ısınmayı hedefleyen ve ülkeleri bu konuda daha ciddi adımlar atmak konusunda zorlayıcı bir düsturu olan bir anlaşmadır. Türkiye 2015 yılında Paris Antlaşmasını imzaladı ama bunun yürürlüğe girmesi için 6 yıllık bir süreç geçti. Sonbahar 2021’e kadar Türkiye bunu kendi meclisinden geçirmedi. Bu da yine Türkiye’nin neler yaptığıyla ilgili önemli bir bilgilendirici durum diyelim. Bunun nedeni de Türkiye’nin politik olarak bu konuya hem çok sıcak bakmaması hem de ciddi azaltım yükümlülükleri altına girmemek için kendisini özel ülke statüsünde tutmak istemesi ve bu kapsamda çok ciddi uluslararası pazarlıklar yapmasıydı. Burada bir oluşumdan daha bahsetmek isterim mümkünse. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi var dedik. Bununla ilgili Paris Antlaşması var dedik. Bir de Rio sözleşmelerinden önce iklim değişikliğiyle ilgili çok ciddi bir panel oluşturuldu. 1988 yılında Birleşmiş Milletler Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli kuruldu. Tarafsız ve bağımsız bir kurum ihtiyacı 1988’de gündeme girdi. Akademik bilgi üretmek, her 6-7 yılda bir küresel bir değerlendirmeyi birkaç parça halinde sunmak üzere kısa adı IPCC olan Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli oluşturuldu. Bugün küresel ölçekte iklim değişikliği bizi nasıl etkileyecek, nasıl bir azaltım politikası izlenirse kaç derecelik bir ısınmadan bahsederiz; bunların arkasındaki bilim tamamen bu IPCC’nin raporlarından geliyor. En sonuncu raporu da altıncı rapor. Farklı bölümler halinde yayınlandı: fiziksel bilim temelleri, hassaslık ve uyum, azaltım, bir de bunların hepsini içeren sentez raporu. Bunlar çok uzun raporlar ama politika yapıcılar için özet kısımları var. Orada çok kritik figürler, grafikler, görseller ve özellikle de koyu renklerle vurgulanmış özet bilgiler var. Mutlaka bütün eğitim uzmanlarının bakmasını öneririm. Uzun rapora değil ama SPM diye adlandırılan politika yapıcılar için özet kısımlarına mutlaka bakmalarını öneririm.
Burcu Meltem Arık: Çok teşekkür ediyorum. Çok kıymetli oldu bu katkın. Özellikle IPCC ve onun değerli yayınlarından bahsetmen. Podcastlerin yanı sıra bir bilgi notu hazırlayacağım. Bu bilgi notunu da bir web sayfasında paylaşacağız. Bütün bu yayınları eğitimcilerin değerli toplu bir şekilde bulabilecekleri hale getirmeye çalışıyoruz. Bilgi notunda bunlardan bahsetmeyi hedefliyorum. Bu çok kritik. Birçok açıdan IPCC raporları çok önemli. Bir kere dili. Örneğin bazı ölçeklendirmeler var. “Yüksek olasılık” vb. Bu bile başlı başına çok önemli. Her bir metin belirli bir uzlaşı sürecinin arkasından yazılıyor ve metne geçiyor. Ancak IPCC raporları mevcut haliyle biz eğitimciler için zorlayıcı. Bu nedenle özet rapora beraber bakabilmek ve tartışabilmek son derece kıymetli. Raporun tamamına bakmamız mümkün olmayabilir. Bir gün bunun da olacağını umuyorum elbette.
Özge son olarak üçlü sözleşmeden bahsettiğin için sözleşmeleri biraz daha açmanı rica edeceğim. Türkiye’de ana tartışma İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve bu alanda yapılması gerekenler üzerinden gidiyor. Tam şu anda (Ekim 2023) örneğin Biyolojik Çeşitlik Sözleşmesi’nin en son Taraflar Konferansı’nda kararlaştırılan Kunming-Montreal Biyolojik Çeşitlilik Çerçevesi’nin göstergelerinin belirlendiği bir toplantı yapılıyor. [İlk podcast konuğum Özlem Altıparmak da bu toplantıda gözlemci olarak bulunuyor]. Bu sözleşmeye ilişkin gelişmeleri daha az duyuyoruz. Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi’ni neredeyse hiç duymuyoruz. Belirli kurumlar da olmasa haberdar olmayacağız. Üç sözleşme arasında nasıl bir ilişki var ve nasıl bir değerlendirme yaparsın biz eğitimciler için?
Özge Balkız: Kesinlikle en çok İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni duyuyoruz. Biraz önce bahsettiğin göstergeler, ölçülebilir değişim anlamında en net bilgiye sahip olunan, birim olarak ölçülebilen atmosfere salınan sera gazları. Şu anda Kenya’da Biyolojik Çeşitlik Sözleşmesi’yle ilgili bilimsel komitenin bir toplantısı var. Ne yazık ki uzun bir süre bu üç sözleşme sanki birbirinden çok bağımsız, ayrı ele alınması gereken, ayrı çözümleri üretmesi gereken sözleşmeler olarak düşünülüyordu. Yakın zamanda, yaklaşık 4-5 yıl öncesinde bir toplantı sonrasında uzmanlar dediler ki “iklim krizi ve biyolojik çeşitlilik krizi birbirini tetikleyen ve eğer uygun çözümler bulunursa da birbirini destekleyecek iki konu”. Yani bu ne demek? Aslında iklim değişikliğiyle mücadele anlamında elimizdeki potansiyeli en yüksek araç doğal ekosistemler, ormanlar, okyanuslar gibi bozulmamış, çok parçalanmamış özellikle doğal alanlar. Kendi işleyişleri sırasında atmosferdeki sera gazlarını tutarak böyle bir azaltımı doğal süreçler içinde gerçekleştiriyorlar. Yani bu ne demek? Biz sanayileşme süreçlerimizde, arazi kullanım politikalarımızda doğal alanları yıkıcı uygulamalar yapıyorsak aslında iklim değişikliği konusunda da kendi elimizi zayıflatıyoruz. Çünkü bu doğal alanlar aslında bir kalkan gibi ya da bir bariyer gibi bu afetlerden bizi koruyor.
Bir diğer konu da iklim değişikliğiyle mücadele için yapılan uygulamaların aslında biyolojik çeşitlilik krizini tetiklemesi.Örneğin Türkiye’de, bozkırlar dediğimiz daha çok otsu bitkilerinin hâkim olduğu, çok fazla ağaç topluluklarının olmadığı, ormandan daha farklı ama aynı zamanda da bu bahsettiğim endemik bitki türleri anlamında dünya çapında önemli ekosistemler var ve bu ekosistemlerin bize birçok faydası var. Ama iklim değişikliğiyle mücadele için en hızlı çözüm ağaçlandırma çalışmaları. Çok somut, ölçülebilir, hızlı çıktı veren ve gözle görüldüğü için büyük bir kamuoyu yaratma potansiyeli olan ağaçlandırma çalışmaları çok destekleniyor. Ama siz tutup da iklim değişikliğiyle mücadele kapsamında önemli başka bir ekosistemi, bozkırları ağaçlandırırsanız o zaman biyolojik çeşitlilik krizini tetiklersiniz.
Uzmanlar da dediler ki, “biz gerçekten bu iki krizi ve hatta çölleşme krizini de birlikte ele almalıyız ve çözümleri bu kadar bağımsız süreçlerle yapmamalıyız.” Ama işte bakarsak bu biraz daha idealist bir yaklaşım, bu yaklaşıma sahip olanlar bu tip süreçleri bütüncül görme potansiyeli olan kurumlar ve uzmanlar. COP’lar (Taraflar Konferansları) hala tamamen ayrı, hala sözleşmelerin gerekleri ayrı. Somut olarak siz bir inisiyatif alıp bu bağlantıları kurmuyorsanız o zaman o bağlantıları kuracak mekanizma ne yazık ki yok.
Sağlık örneğini de verelim. İklim kriziyle, biyolojik çeşitlilik ve çölleşme krizleriyle sağlık krizinin de ne kadar ilişkili olduğu tıp doktorları söylüyor. Artık bu konuşuluyor. Biraz önce bahsettiğim gibi, şehirlerde iklim değişikliğinin etkilerini nasıl hissediyoruz? Doğal alanlar ne kadar az? Sağlık konusu, biyolojik çeşitlilik kısmına doğal alanlardan dokunuyor. İklim krizine ısı dalgalarından, sıcak hava dalgalarından, ısı adalarından dokunuyor. Sağlık krizine de bahsettiğimiz özellikle kırılgan kesimler, yaşlı nüfusun ölümleri üzerinden dokunuyor. Bunu görebilmek aslında çok zor değil ama ne yazık ki uygulamada bu bağlantılar henüz çok fazla kurulmuyor ama atıflar yavaş yavaş başladı. On yıl öncesine göre belki biraz daha iyi bir bütüncül yaklaşım var ama uygulama bu anlamda ne yazık ki hala yetersiz diyebilirim.
Burcu Meltem Arık: Çok teşekkürler, çok önemli noktalara işaret ettin Özge. Hele ki şimdi 28. Taraflar Konferansı geliyor, seneye Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin 16. Taraflar Konferansı var. Utandım şimdi, Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi’nin Taraflar Konferansı ne zaman bilemiyorum. Hemen bakıp dipnot düşeceğim [UNCCD 16. Taraflar Konferansı 2-13 Aralık 2024’te Riyad’da gerçekleşecek]. Paylaştıkların çok önemli. Geçtiğimiz sene Mısır’daki Taraflar Konferansı’nda eğitim hakkını izledim. Bu alanda özellikle kadınlar, çocuklar, gençler ve ada devletleri, ada ülkelerinin yurttaşları inanılmaz çalışmalar yapmışlardı. Onların çalışmalarının sonucunda da uzun süredir beklenen Action for Climate Empowerment denen İklim Güçlendirme Eylemi olarak Türkçe’ye çevrilen bir çerçeve belirlendi. Bu eğitim çalışmaları için referans olabilecek bir çerçevedir. Tartışmaları izlerken ve çerçeve açıklandığı gün okuduğumda şunu düşünmüştüm: peki Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi Taraflar Konferansı’nda nasıl bir yaklaşım izlenecek? Her iki sözleşme kapsamında eğitim çerçeveleri arasında nasıl bir ilişki olacak? Peki çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi’ninki nasıl olacak? Üçü arasında nasıl bir ilişki olacak? Her biri için ayrı eğitim programları mı yapılacak? Sen doğa koruma açısından uygulamalara bakıyorsun. Bir uygulamanın başka bir alanı ne kadar etkileyebileceğini ifade ettin az önce. Bu çok önemli bir durum. Bu ayrı ayrı hareket etmenin kritik sonuçlarından bir tanesi. Burada bir de insan hakları çerçevesi tartışılıyor biliyorsun. İnsan hakları aktivistleri ya da insan hakları alanında çalışanlar da bu sözleşmelerden çok uzun bir süre uzaklardı. Şimdi daha etkin bir şekilde giriliyor. Aynı şekilde insan hakları tartışmalarına, mekanizmalarına da çevre, ekoloji alanı yeni diyebileceğim şekilde giriyor. Bu durumu, ayrışmayı da bir masaya yatırıp atılan önemli birleştirici adımları çok süratle hızlandırmak gerektiğini düşünüyorum.
Özge Balkız: Kesinlikle. Şimdi mesela bazı yayınlar şunun altını çiziyor: iklim krizi ile birlikte toplumsal refah seviyesi nasıl etkilenecek? Özellikle gelişmekte olan toplumlar ve yoksul toplumları göçe zorlayacak değişen iklim koşullarından bahsediyor. 2050 yılına kadar 216 milyon insanın bu olumsuzlaşan koşullardan dolayı zorunlu göç etmesi öngörülüyor. O yüzden aslında en temel üst bağlayıcı çerçeve toplumsal refah olacaktır. Ama söylediğim gibi o bağlantılar oldukça zayıf. Bunların göstergeleri ayrı tanımlanıyor. Raporlamaları ayrı yapılıyor. Veya bunlarla ilgili mücadele de farklı alanlarda yapılıyor. Bir yandan da halihazırda bu konuda bir duruş sergileyebilen veya bu sözleşmelerin yeterince uygulanmaması üzerine çalışmalar yapan, politikalar üreten kurumlar üç sözleşmeyi birden nasıl takip etsinler, nasıl bölünsünler? Zaten bu konuda yeterli kaynak veya insan kapasitesi olmadığının altını çiziyoruz ne yazık ki. Ama burada da gençlerin bu konudaki tutumu ve sergiledikleri davranışlar bu anlamda çok umut verici. Umarım bizlere de örnek olur diyebilirim.
Burcu Meltem Arık: Çok teşekkürler Özge. Topluluk ifadesini kullandığın için Aldo Leopold’dan bir alıntıyla kapatalım isterim senin için de uygunsa. Topluluk refahı dedin. Aldo Leopold, Toprak Etiği tartışmasında, makalesinde topluluğun sınırlarını insanlardan çıkarmaya davet eder bizleri. Havaları, suları, karaları, canlıları, cansız öğeleri, çevremizdeki her şeyi kapsayacak şekilde topluluğu tanımlamamız gerektiğini belirtir ve “bir eylem topluluğun bütününe yararlıysa iyidir, topluluğun herhangi bir öğesine zararlıysa da kötüdür” diye de tarif eder. Dolayısıyla topluluk refahı tartışmalarında senin söylediğin gibi biyolojik çeşitliğin etkilenmesi görünmüyor. Aynı şekilde topluluğun içerisinde bu gezegeni paylaştığımız yoldaş türler görünmüyor ve onların refahı çok kritik. Bunu da dikkate alarak bu tartışmalara devam edelim. Çok teşekkür ediyorum vaktin için.
Özge Balkız: Ben teşekkür ederim davetin için, çok teşekkürler.
Burcu Meltem Arık: Sevgili dinleyiciler, konuğum Özge Balkız’dı. Onunla keyifli, düşündürücü, öğretici bir sohbetteydim. Bir sonraki sohbetimde öğretmenlerle iklim ve eğitim konusunu ele alacağız. Ardından da genç bir arkadaşımızla ele alacağız. Umuyorum bu tartışmalarımız eğitim alanı için yararlı olur. Hoşçakalın!
Bu web sitesi, Etkiniz AB Programı kapsamında Avrupa Birliği finansal desteği ile üretilmiştir. İçeriğinden yalnızca Roots & Shoots Türkiye ve Eğitim Reformu Girişimi sorumludur ve hiçbir şekilde Avrupa Birliği’nin görüşlerini yansıtmamaktadır.