Ve İşte Karşınızdayım

Celal Kadri Kınoğlu, Tiyatrocu

Ben tek çocuktum. Bir de tek başına bir çocuktum yani. 1970 senesi, Pangaltı, Şişli. Annesiyle, anneannesiyle, dedesiyle oynayan ve komşu Ermeni teyzeler, çene çalan kadınlar arasında bir hayalperest oğlan çocuğu. Lacivert kadife pantolon, kareli gömlek, Kadri Paşa ilkokula hazırlanır.

 

5,5 – 6 yaşında gönderdiler. Niye? Boyum uzun. Benim ailem sabırsız bir doktor ailesi. Babam doktor, annem Avusturya Lisesi’ndendir yani herkeste ekstra bir disiplin, düzen ve kontrol düşkünlüğü. Erken gönderince ne oldu, Kadri paşa okullu oldu. İki kurdele vardı, beyaz ve kırmızı. Kırmızıyı geç taktım, çünkü erken gönderdiler. Ben geç okudum ama hızlı okumuşum. Beyazı ilk ben taktım, kırmızıyı en son taktım. Erken giden çocuklar için o yaşta bir yıl bile gerçekten çok önemli. Çocuk zayıf kalıyor, kötü hissediyor.

Kapkara bir önlük. Bir şey sembolü gibi, statü sembolü gibi. Bir şey oluyorsun yani. Kırmızı bir çanta. Vinleks, deri taklidi. Kırmızı-mavi etiketler. Üç çeşit kalem, birisi simsiyah, birisi yuvarlayınca kırmızı-mavi su gibi akan, Çin’den yeni gelmiş büyük sükse yapan bir kurşun kalem. Bir de bir tarafı kırmızı bir tarafı lacivert olan boya kalemi. Boyuna asılmış bir silgi, kaybolmasın diye. Benden saklanıyor ama galiba emzik de varmış yanında. Üstünde çiçek işlemesi olan bir kalem kutusu. Sıfır liraya okuyan çocuklardık.

Korku. O günden korkmak, ne olacağından korkmak, bilmemekten korkmak, olaya aşırı anlam yükleyen ailelerin hazırlıklarının senin üzerindeki baskısı. Ve ağlamak. Anneden koparılmak, ağlamak. Bilmemek ve ağlamak. Korkmak ve ağlamak.

Asıl önemlisi, ilkokulda fakirlik. Ben bir doktor çocuğuyum. Şişli’nin yukarısı biraz daha hali vakti yerinde olanlar, aşağısı teneke mahallesi. Ve beslenme çantamızda bu sınıfsal farkın aşikar olması. Biz kaşar-salam sandviç yiyenler, onlar bir ekmekte 4 zeytin yiyenler. Çok fakirliği, ilk defa şaşkına dönerek fakirliği gördüğümü hatırlıyorum. O çocuklardan bir tanesi ikinci yarıyılda gelmedi, öğretmen başka yere gitti dedi, bir hastalıktan öldü lafı çıktı. Erkenden bu zalim sınıf farkını, zalim bakış farkını, mutluluk farkını, şımarıklık farkını, her türlü farkı çocuklarda net görebiliyorduk. Birbirimizde görüyorduk yani. Şimdiki gibi saklı değildi, her şey daha netti o yıllarda. Zenginlik de, fakirlik de, iyi aile çocuğu da, saçını taramasından, aşikardı yani.

Aşılar… Aşı kuyrukları, aşı korkuları, aşıdan kaçma fikirleri.. Sonra zalimce şakalar, çimdiklemeler, çelme takardı oğlanlar, kolum kırılmıştı.

Okuma bayramında Efe’ler, Yağmur şiiri. Sahne korkusu, hüngür hüngür ağladım arkasında sahnenin. Baktım, seyirci oturuyor, ağladım çıkamadım. Annemi çağırdılar, ki bana kostüm alınmış, şemsiye, yağmurluk filan. Hiç adım atamadım, korktum. Küçük Efe’yi yaptım ama Yağmur şiirini okuyamadım.

Bir de ödev çok veriyorlardı. Anne-babam tepemdeydi, hep kontrol. Yazları babam matematik, fizik kitaplarımı önden çözerdi. Kışın ben Eylül’de eski kitapla başlardım. Boş zamanlarında kendine soru sorup çözen matematik düşkünü bir cerrah benim babam. Bütün aile de doktor ve profesör zaten.

Başarı manyaklarının çuvalladığı bir dünya burası. İnsan bir işi başarıyla ilişkili değil, mutlulukla ilişkili yaptığında ilerliyor. Mutlu olacağın işi bulmak, mutlu olduğun arkadaşı bulmak, mutlu olduğun şehri, adamı, evliliği, mutlulukla ilgili insan yani. Başarı oyalamıyor. Çok eski bir kitapta okumuştum, başarı sosyo-psikolojik bir narkozdur derdi. Başarı avutmuyor yani. Ne de para. O da değil. Mutluluk ve yaptığın işe inanman. Ha bir de şanslıysan, bu yaptığın şeyin senin yeteneğinle ilgili olması. Anlam meselesi.

Sonra oyunculuk, tiyatro zevki. Benim bir tane kardeşim oldu, öldü bebekken. Evde çok kötü bir hava oldu. Ben oyalanayım diye beni tiyatroya götürmeye başladılar. Nisa Serezli, komedi tiyatroları, Tolga Aşkıner filan. Bir de böyle disiplinli, sıkıcı, kontrol düşkünü bir evden çıkınca, hele bir de kederli bir evden çıkınca, ben tiyatrocuları hayatlarında da öyle mutlular zannettim. Koşuşturan, heyecanlı Nisa Hanım. Ben dedim ki, büyük buhrandan, bu hayatım denen sıkıntıdan, bu büyük can sıkıntısından ancak ben tiyatro yaparsam kurtulurum. Bunu kafama koydum ve budur pusulam. Hala da hayattaki can sıkıntıma en çok tiyatro iyi gelir.

İnsanların bilemedikleri bir şeyi anlamaya çalışırken saçmalayıp kaza yaptıkları bir sürekli akış gibi gelir hayat. Ve bana daha düzenli, daha seçilmiş, daha değerli, bir yazarın dehasıyla ve yönetmenin bakışıyla yükseltilmiş hayat olarak sanatın ülkesinde yaşamak makul geliyor.

Bu blog yazısı ERG’nin görüşlerini yansıtmaz. Sorumluluk blog yazarına aittir.

İlginizi Çekebilecek İçerikler