‘Kız Çocukları’ ve Onların ‘Güçlendirilmesi’ Konularını Çözümlemek için Feministler Eğitimle Yakından İlgilenmeye Başlamalı

Akanksha Misra, University of Washington 

Ne zaman ki ‘kız çocuğu’nun okula kayıt olma oranının ötesine geçerek onun dilsel, etnik, materyal ve tarihsel çeşitliliğini çözümleriz, o zaman eğitiminin ve bu eğitimin ona sağladığı veya sağlayamadığı gücün seçimleri üzerindeki etkisini de açığa çıkartabiliriz.

 

21. yüzyılın başındaki Binyıl Kalkınma Hedefleri’nin öngördüğü evrensel eğitimin sağlanması ile kadınların güçlendirilmesi arasında kurulan bağ, yeni kalkınma hedeflerinin belirlenmesi sürecinde kalkınmacı çevre tarafından şiddetle eleştirildi ve büyük ölçüde çürütüldü. Türkiye’de de okullaşma oranlarındaki belirgin artışa rağmen, kadınların ‘güçlendirilmesi’ ve kadına yönelik şiddetin önlenmesi hala çözülmesi gereken bir sorun olarak gündemdeki yerini koruyor. Buna rağmen ülkedeki feminist çalışmaların çoğu, eğitimin içeriği ve eğitime erişim konularına -ki bu konuların kendi içlerindeki önemi elbette göz ardı edilemez- odaklanıyor. Ayrıca ‘Haydi Kızlar Okula!’ (HKO) ve benzeri çalışmalar, ‘kız çocuğu’nu okula göndermek ve bunun sonucu olarak kadınları ‘güçlendirmeyi’ hedefleyen kalkınmacı girişimlerin temelini sorgulamıyor.

UNICEF’ten Milli Eğitim Bakanlığı’na, medya kuruluşlarından ünlülerin yer aldığı reklamlara, ‘kız çocuğu’ kavramının ulusal ve uluslararası kalkınma söylemlerinde toplumsal olarak nasıl inşa edildiğini sorgulamadan, 1980 sonrası dönemde eğitimdeki neoliberal politikaların hangi görünmez mekanizmalar aracılığıyla gerçekleştiğini anlamamız mümkün olmaz. Bu mekanizmalar, sadece eğitimin özelleştirilmesi ve nüfusun çoğunluğu için kaliteli eğitime erişimin azalması yoluyla çalışmıyor. Aynı zamanda, neoliberal söylemler yoluyla durağan, homojen ve tarihsel bağlamdan kopuk bir ‘kız çocuğu’ imajı yaratarak, onu “acınası” ve geri kalmış bir figür olarak kurguluyor. Bu şekilde özel eğitimi ve kalkınmacı girişimleri haklı göstererek ‘kız çocuğunu’ kültürel farklılıkları göz ardı edilen ve sürekli kalkındırılmaya ihtiyaç duyulan bir unsur olarak kısır döngüye hapsediyor. Onu birey olarak tanımlayan tarihsel, fiziki ve maddi koşulları ve çocukların okula gidememesine yol açan yoksulluk gibi sistematik engellerin esas nedenlerini anlayabilmek için öncelikle bu ‘kız çocuğu’ figürünün çözümlemesini yapmak gerekiyor.

Dahası, eğer ‘güçlendirmek’ Naile Kabeer’in belirttiği gibi sınırlar ve seçimler çerçevesinde değerlendirilse -bireysel seçimlerin toplumsal yapıların sınırları içinde mümkün olduğu ve bu sınırların, bireylerin pragmatik (hayatta kalma) ve dönüştürücü (daha büyük yapılara meydan okuma) seçimlerini belirlediği şeklinde- ‘kız çocuğu’ gibi toplumsal inşaları çözümlemek daha da önemli hale gelir. Ne zaman ki ‘kız çocuğu’nun okula kayıt olma oranının ötesine geçerek onun dilsel, etnik, materyal ve tarihsel çeşitliliğini çözümleriz, o zaman eğitiminin ve bu eğitimin ona sağladığı veya sağlayamadığı gücün seçimleri üzerindeki etkisini de açığa çıkartabiliriz. Örneğin, Türkiye’nin güneydoğusundan yoksul bir kızı okula göndermek, onu sihirli bir şekilde kendi seçimlerini yapma ve kararlarını verme gücüne sahip ‘modern’ bir kadına dönüştürmez. Bu eğitim onun üniversiteye gitmesine ve bir iş bulmasına önayak olsa bile -ki bu oldukça düşük bir ihtimal- nerede çalışacağı, gelirini kime vereceği, kiminle evleneceği gibi kararların hangilerini kendi istekleri doğrultusunda veya geniş ailesi, içinde yaşadığı toplulukla kurduğu bağ üzerinden verecektir? İnsanların yaşamları ancak çeşitli gerçekliklerin karmaşık kesişimleriyle şekillenir. Bu nedenle eğitimin, modernleşme projesinin ve kalkınmacı girişimlerin varsaydığı gibi ‘güçlenme’ye yol açacağı da mutlak değildir.

Son zamanlara kadar, toplumsal olarak muhafazakar ama ekonomik olarak neoliberal ideolojiyle tek başına iktidar olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), kadının güçlenmesine yönelik dar vizyonunu devam ettirdi. Bunu da cinsellik ve kadına yönelik şiddet meselelerini göz ardı ederek, HKO gibi kampanyaları destekleyerek kızların eğitimi gibi daha az ‘tehditkar’ konuları öne çıkararak yaptı. AKP, uluslararası ‘Üçüncü Dünya’ söylemlerini kendi ülkesindeki azınlıklar-çoğunlukla Kürt nüfus- içerisindeki kız çocukları üzerinden pekiştirerek, kurumsal bağışçılar ve bireylere yoksul ‘kız çocukları’nı okula göndermeleri için çağrılar yaptı. Bu süreçte aslında tuhaf bir biçimde Cumhuriyet’in ilk dönemlerinin kadınlarını kamu alanında özgürleştirme amacını taşıyan, ama iş aile içi şiddet, tecavüz ve cinsellik kontrolü gibi ‘kişisel’ meselelere gelince sessiz kalan söylemini yeniden üretmiş oldu.

Bu yazıda tartışılan konu, bu tarz kampanyaların sağladığı yararlar ve özellikle çalışmak zorunda olduğu veya erişimi olmadığı için okula gidemeyen çocuklara eğitim sağlamanın gerekliliği değil. Gelgelelim buradaki esas sorun, yoksul, azınlık ve göçmen çocukların büyük bir kısmının okul dışında kalmasının gerçek tarihsel ve sosyoekonomik nedenlerini -‘kız çocuğu’nun değişmez figürünün tekrar tekrar üretilmesi yoluyla maskelenen meseleleri- kavramak için çaba gösterilmiyor olması.

Son seçim sonuçları ve Türkiye demokrasisi için umut vaat eden, çok sesli bir geleceğin kehanetleri etrafta duyulmaya başlamışken, feministler de eğitimi ve eğitimin güçlendirici rolünü tekrar gündemlerine almalılar. Bu, standart beyaz, orta sınıf, Avro-Amerikan feminist fikirlerinin ötesine geçmeyi ve ABD’de beyaz olmayan feministler, post ve dekolonyal feministlerden yararlanmayı da gerektiriyor. Yaşamı ‘öteki’ olarak yaşamanın doğrudan sonuçları olarak ortaya çıkan bu tarz feminist teorilerden öğrenecek çok şey var; özellikle birey, modernite ve güçlendirmeye ilişkin düşünme yollarımıza bakacak olursak. Güney’de, Hindistan ve Zapatistaların anayurdu Meksika gibi ülkelerde gerçekleştirilen değerli çalışmalar da eğitim ve okullaşma alanında alternatif bakış açıları sunabilir. Umuyorum ki, daha yenilikçi bir politik ortam, Türkiyeli feministlerin devamlı ilgisi ve Güney-Güney işbirliği girişimleri sadece ‘kız çocukları’nın kalkınmasını değil, ülkedeki tüm kızların güçlendirilmesine olanak sağlayan bir okul ortamı ve eğitim sistemini de tekrardan hayal edebilmemiz için bize yardımcı olacaktır.

Bu blog yazısı 2014 yılında Sakıp Sabancı Uluslararası Araştırma Ödülü’nü alan ‘Girl Child’ (Kız Çocuğu) isimli geniş kapsamlı bir makaleden alınmıştır.

Çevirmenler: Cansu Atlay ve Öykü Kurtoğlu

Bu blog yazısı ERG’nin görüşlerini yansıtmaz. Sorumluluk blog yazarına aittir.

İlginizi Çekebilecek İçerikler