4+4+4: Bir Toplama Değil, Çarp(ıt)ma İşlemi

Perspectives, Aytuğ Şaşmaz

21 Şubat 2012 günü, ‘İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi’ TBMM Başkanlığı’na sunulduğunda, eğitim politikası alanında çalışan birçok kişi bu habere inanmakta zorlandı.
Gerçi, Zaman gazetesi 5 Ocak’ta eğitim sisteminin kademelendirileceğine ilişkin bir haber yapmıştı. Ancak, iktidara geldiğinden bu yana sekiz yıllık eğitime erişimi artıracak adımlar atan AKP hükümetinin, sekiz yıllık ilköğretimi dörder yıllık birinci kademe ve ikinci kademe okulları olarak bölecek, ikinci kademeden, yani 10 yaşından itibaren açıköğretim ve çıraklık eğitimi gibi seçenekleri mümkün kılacak, dolayısıyla zorunlu eğitimi fiilen dört yıla düşürecek, meslek eğitiminin 10 yaşından itibaren başlamasını mümkün kılacak bir düzenlemeyi hayata geçireceğini kimse beklemiyordu. Oysa, teklifin TBMM Başkanlığı’na sunulması, sürprizlerle dolu bir sürecin yalnızca başlangıcıydı. Yasa teklifine ilk tepkiler Yasa teklifi, medyaya ‘zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarıldığı’ şeklinde yansıtıldı. Oysa, teklifte zorunlu eğitimi 12 yıla çıkarma yetkisi tamamıyla Bakanlar Kurulu’nun inisiyatifine bırakılıyordu ve kararın hangi şartlar oluştuğunda gündeme geleceğine ilişkin herhangi bir düzenleme yapılmamıştı. Yasa teklifinin asıl amacı, ilköğretimi kesintisiz bir temel eğitim programı olmaktan çıkarmak ve 5. sınıftan itibaren farklı programların uygulanabileceği okulların kurulmasını sağlamaktı. Yasa teklifi ikinci kademe okullarının liselerle birlikte kurulabileceğini öngördüğünden 5. sınıftan itibaren meslek liselerine ve imam-hatip liselerine bağlı okullara gidilebilecekti. Ayrıca, teklifin ilk halinde bu farklı programlara açıköğretim ve çıraklık eğitimi de dahildi. Yasa teklifinin geneli, ancak özellikle açıköğretim ile çıraklık eğitimi seçeneklerinin ilköğretimde (10-13 yaş grubundaki çocuklar için) uygulanabilecek olması, uzun yıllardır kız çocukların okullulaşması ve çocuk işçiliğinin önlenmesi konusunda çalışmalar gerçekleştiren sivil toplum örgütlerini (STK) ayağa kaldırdı. Başta Eğitim Reformu Girişimi olmak üzere, birçok kuruluş arka arkaya bildiriler yayımlayarak, yasa teklifinin Türkiye eğitim sistemini ileriye götürecek düzenlemeler barındırmaktan uzak olduğu konusunda görüş bildirdi. Tepkiler üzerine, yasa teklifini görüşmek üzere 23 Şubat 2012 tarihinde bir araya gelen TBMM Milli Eğitim Komisyonu, bir alt komisyon oluşturarak STK’leri dinlemeye ve yasa teklifini yeniden yazmaya karar verdi. Alt komisyonların kurulması ve iktidar partisinden gelen sinyaller, 23-26 Şubat 2012 tarihlerinde AKP’nin yasa teklifinde fazla ısrarcı olmayabileceği şeklinde yorumlanmaya başladı. TBMM Milli Eğitim Komisyonu’nun AKP’li üyelerinden Mersin Milletvekili Çiğdem Münevver Ökten’in ‘korkuları bertaraf edecek çözümler bulunacağını’ açıklaması ve Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in 24 Şubat’ta Antalya’da gerçekleşen Meslek Eğitim Çalıştayı’nda mesleki eğitimin erkene alınması değil, ötelenmesi gerektiğini söylemesi yasa teklifinden geri adım atılabileceği şeklinde yorumlandı. Meclis’e sunulan yasa teklifinin gerekçesi, birçok kişi ve kurumu tatmin etmekten uzaktı. Hükümet kanadı tarafından sunulan en önemli gerekçelerden biri, sekiz yıllık kesintisiz temel eğitimin 28 Şubat rejimi tarafından yaratılmış bir garabet olduğu, 6 ile 13 yaş arasındaki çocukların bir arada okumasının zararlı olduğu ve dünyanın başka hiçbir ülkesinde bu türden bir uygulamanın bulunmadığı yönündeydi. Diğer yandan STK’ler, ‘kesintisiz temel eğitim’den anlaşılması gerekenin çocukların farklı öğretim programlarına bölünmeden, mesleki eğitime yönlendirme olmadan, temel yaşam becerilerine odaklanan, seçmeli derslere yer verilse de tek bir öğretim programının uygulandığı bir eğitim sistemi olduğunu ve bunun dünyada birçok örneğinin bulunduğunu belirtti. Uluslararası testler, Türkiye’de ilköğretimin çocuklara temel yaşam becerilerini kazandırmakta yetersiz olduğunu gösterdiğinden, bunu geliştirmenin yolunun temel eğitimi güçlendirmekten geçtiği vurgulandı. Ömer Dinçer’in aksine yasa teklifinin gerekçesi, meslek eğitimini yaygınlaştırmak için meslek eğitimine başlama yaşının erkene alınması gerektiğini savunuyordu. Bunu yaparken gerekçe metni, AB’de meslek eğitiminin ortaöğretim içindeki ağırlığının yüzde 60 olduğunu belirtiyordu, oysa uluslararası kuruluşların verileri AB ülkelerinde ortaöğretim öğrencilerinin yüzde 48’inin mesleki programlara devam ettiğini gösteriyordu. Almanya, erken mesleki eğitim sayesinde başarıya ulaşmış bir ülke olarak lanse edildi, oysa bu ülkede yıllardır süren ve okul türlerine erken bölünmenin eşitsizlikleri körüklediğini belgeleyen tartışmalar görmezden gelindi, ülkenin birçok eyaletinde temel eğitimi uzatan girişimler yok sayıldı. Yasa teklifinin son gerekçesi de 2010 yılının Kasım ayında düzenlenen Milli Eğitim Şurası’nda eğitim sisteminin kademelendirilmesine yönelik bir tavsiye kararı çıkmış olmasıydı. Oysa, tavsiye kararı Şura’nın son gününde tartışılmadan alınmıştı, ayrıca Milli Eğitim Şurası’nın toplanmasına ve karar almasına yönelik düzenlemeler 2010 yılının Mayıs ayında apar topar değiştirilmiş, Milli Eğitim Bakanlığı’nın belirlediği Şura üyelerinin tüm Şura üyeleri içindeki ağırlığı yüzde 60’tan yüzde 75’e çıkmıştı. 28 Şubat 2012: Meclis odalarında 4+4+4 Tüm bu eleştiriler, 28 Şubat’ta Alt Komisyon toplantısına katılan çoğu STK ve üniversitelerin eğitim fakülteleri dekanları tarafından dile getirildi. İlköğretimin kademeli hale getirilmesi için yeterli hazırlığın yapılmamış olduğu, bu yapılacaksa bile program bütünlüğünün bozulmaması çağrısı yapıldı. Sekiz yıllık kesintisiz temel eğitimin, okullulaşma oranlarının artması, temel eğitimin uzaması, çocukların merkezi sınavla karşılaşmasının geciktirilmesi konusunda önemli kazanımlar sağladığı ve bunlardan geri adım atılmaması gerektiği belirtildi. İlköğretimin kademelendirilmesinin kız çocuklarının okullulaşmasının azalması, engelli çocukların okullardan uzaklaşması, disiplin sorunlarının artması risklerini doğurabileceğini gösteren bilimsel bulgular ve sahadan aktarılan gözlemler, iktidar partisi milletvekilleri tarafından kademelerin eğitim kalitesiyle ilgili olmadığı şeklindeki argümanla çürütülmeye çalışıldı. Ancak 28 Şubat’ın asıl önemli gelişmesi, AKP Grubu’nda yaşandı: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, grup konuşmasında, bir hükümet tasarısı olarak değil, grup teklifi olarak sunulan yasa teklifini beklenmedik ölçüde sahiplendi ve başta TÜSİAD olmak üzere yasa teklifi aleyhine görüş bildiren STK’leri 28 Şubat 1997’nin mirasını korumakla suçladı. Alt Komisyon’dan çıkan metin, önemli bir kazanım olarak 5-8. sınıflarda açıköğretim ile çıraklık eğitimi olasılığını ortadan kaldırdı ve zorunlu ortaöğretimi Bakanlar Kurulu’nun inisiyatifinden aldı. Ancak 5-8. sınıfta, çocuğun yetenek, ilgi, becerilerine göre seçmeli derslerin sunulmasına, farklı programlara ve okul türlerine olanak sağlayan düzenlemeler güçlendirilerek korundu. Ayrıca, okula başlama yaşını bir yıl erkene alacak bir düzenlemenin de metne eklendiği söylendi. Ancak hükümet, Milli Eğitim Bakanı’nın mesleki eğitime başlama yaşını ötelemeye ve okul öncesi eğitimi yaygınlaştırmaya odaklanan önceki açıklamalarına açıkça ters düşen bu düzenlemelerin neden gerekli olduğuna ilişkin ayrıntılı bir gerekçe sunmaktan kaçındı. Bu sırada, Meclis muhalefeti de yasa teklifine karşı daha etkin bir muhalefet için çaba harcamaya başladı. Komisyon görüşmelerinin ilk bölümüne CHP milletvekili Engin Özkoç’un 12 saatlik konuşması damga vurdu. Ancak muhalefet, yasa teklifinin gerekçelerini etkili biçimde çürütme ve bu yolla toplumu ikna etme açısından etkili olamadı. Görüşmelerin ikinci ve son bölümüne ise AKP’nin 100’e yakın milletvekilinin Komisyon görüşmelerine katılmak istemesi, bu nedenle komisyonun görüşemez duruma gelmesi ve Türkiye parlamento tarihinin belki de en şiddetli kavgası damga vurdu. Bu kavga sırasında, Komisyon Başkanı Nabi Avcı yasa teklifini okuttu, oylattı ve teklifin Komisyon’da kabul edilerek Genel Kurul’a sevk edildiği duyuruldu. Komisyon toplantıları, Meclis kurallarına uyulup uyulmadığı konusunda herkesin kafasında soru işaretleri bırakarak tamamlanmış oldu. Genel Kurul görüşmeleri, AKP’nin yasayı ne pahasına olursa olsun geçireceği konusunda açık bir mesaj vermiş olacak ki beklendiğinden çok daha sönük geçti. STK’lerin ve muhalefetin cesareti kırılmıştı. Teklif, Genel Kurul’dan ilköğretimin dörder yıllık ilkokullar ile ortaokullardan oluştuğu, ortaokulların liselerle birlikte ve imam-hatip ortaokulları olarak kurulabileceği şeklindeki düzenlemeler eklenerek geçti. Ayrıca, ‘Kuran-ı Kerim’ ve ‘Hz. Peygamber Efendimiz’in Hayatı’ şeklindeki iki dersin ‘isteğe bağlı seçmeli dersler’ olarak ortaokullarda sunulması, yasaya eklendi. Yasa teklifi, Meclis’te kabul edildikten sonra Cumhurbaşkanı tarafından da onaylandı ve 11 Nisan 2012 tarihinde yürürlüğe girdi. Eğitim sistemindeki değişiklikler: Bir belirsizlikler yumağı ‘4+4+4’ olarak tarihe geçen 6287 sayılı yasal düzenleme, eğitim sistemi için birçok değişiklik getiriyor. Bu değişikliklerin önemli bir kısmının nasıl uygulanacağı, bu yazının kaleme alındığı 2 Mayıs 2012 tarihi itibarıyle büyük ölçüde belirsiz. Bu belirsizliklerin en önemlilerinden biri, okula başlama yaşı konusunda yaşanıyor. Milli Eğitim Bakanlığı, ilköğretime başlamanın bir yıl erkene çekildiğini belirtiyor. Türkiye’de bir öğretim yılında, o takvim yılı içinde 72 ayını dolduran çocukların okula başlaması esastı, dolayısıyla 2012-2013 öğretim yılında 2006 yılında doğmuş çocukların okula başlaması gerekiyordu. Yeni düzenlemeyle beş yaşını bitirmiş çocukların okula başlayabileceği belirtiliyor. Ancak, yaş hesabının nasıl yapılacağı konusunda bir üst düzenleme bulunmadığından, 60 ayını bitiren çocukların mı, yoksa 72 ayını bitiren çocukların mı beş yaşını bitirmiş olduğu belli değil. 60. ayını bitiren çocuklar okula alınacak olursa, bu durum ilkokulların normalde aldıklarının neredeyse bir misli kadar çocuğu daha okula alması gerektiği anlamına gelecek. Öğretmenler, ne kendilerinin ne müfredatın ne de okullardaki fiziksel şartların 60 aylık çocukları okula almaya hazır olduğunu belirtiyor. İlköğretime başlama yaşının bir yıl erkene çekilmesi, son yıllarda Türkiye’nin büyük bir atak gerçekleştirdiği okul öncesi eğitime de büyük bir darbe vurabilir. Türkiye’de geçen yıllarda beş yaş (60-72 ay) çocukları için okul öncesi eğitime katılım oranı hızla artmıştı: 2010-2011’de beş yaşındaki her üç çocuktan ikisi, okul öncesi eğitime katılır duruma gelmişti. Ancak beş yaşındaki çocuklar ilkokula alınırsa, okul öncesi eğitimde yaygınlaşma durabilir. Eğitim bürokrasisinin önceliği, yeni düzenlemeleri hayata geçirmek olacağından okul öncesi eğitim geri plana düşebilir ve aileler (eskiden olduğu gibi) dört yaşındaki çocuklarını okul öncesi eğitime göndermek konusunda istekli davranmayabilir. Okula hazır başlamak için ne kadar önemli olduğu konusunda birçok bilimsel bulgunun olduğu okulöncesi eğitim, vaat ettiği faydayı bu gidişle Türkiye’de sağlayamayabilir. Ayrıca 4. sınıftan sonra çocukların farklı okul ve program türlerine nasıl dağılacağı da belirsizliğini koruyor. İmam-hatip ortaokullarının açılacağı kesin ama mesleki ortaokullara ya da prestijli liselerin ortaokul açmasına izin verilip verilmeyeceği belli değil. Okullar arasındaki küçük farklılaşmalar bile, kaliteli lise ile üniversitelerin (veli ve öğrenci algısına göre) oldukça az olduğu Türkiye’de rekabete ve dolayısıyla sınavlarla okullara yerleştirilme politikasının benimsenmesine yol açabiliyor. Bu olursa, Türkiye’de çocukların dokuz yaşında merkezi bir sınava girmesi gerekecek. Merkezi bir sınav gerçekleşmediğinde bile, hangi çocukların hangi ortaokula gideceğine nasıl karar verileceği ve bu kararın alınmasında ailenin sosyoekonomik durumunun etkili olmamasının nasıl sağlanacağı çok büyük bir soru işareti. 4. sınıfın sonunda gerçekleşecek ortaokula geçişin dezavantajlı durumdaki çocuklar, özellikle kız çocuklar ve engelli çocuklar için okuldan alınmanın bir bahanesine dönüşmesi olasılığı da STK’leri korkutuyor. Merkezi sınavların yarattığı baskıyla boğuşan öğretmenler, yöneticiler, zaman zaman engelli öğrencilerin eğitim hakkını gözetme ve onları okulda tutma konusunda gereken istekliliği göstermeyebiliyor. Bu durumda, bu baskının özellikle yoğun olacağı ortaokullarda engelli çocuk dostu bir ortam, merkezi yönetimin göstereceği çabaya rağmen oluşmayabilir ve ortaokula geçiş bu farkın görünürlük kazanacağı önemli bir kırılma yaratacağından engelli çocukların okula devamı için risk oluşturabilir. Aynı risk kız çocuklar için de geçerli olabilir; bu yasadan önceki durumda da, sekiz yıllık eğitimin tüm kazanımlarına rağmen, ilköğretimin son yıllarında kız/erkek öğrenci oranı kızlar aleyhine bozuluyordu. Sekiz yıllık zorunlu eğitimle birlikte, çocuk gelin ve çocuk anne olgularında önemli düşüşler yaşandığına dair araştırma bulguları bulunuyordu. Eğer bahsedilen risk gerçekleşirse, bu düşüş eğilimi tersine dönebilir, çocuk gelinler ve çocuk anne sayısına, eskisi kadar olmasa bile, artışlar yaşanabilir. Ortaokullarda farklı program ile okul türlerinin ve (din eğitimi dışındaki) seçmeli derslerin neler olacağı da tamamen belirsiz. Bu ders ve okul türlerinin mesleki eğitim programı olarak sınıflandırılıp sınıflandırılamayacağını, dolayısıyla mesleki eğitime başlama yaşının erkene alınıp alınmadığını bilemiyoruz. Ayrıca ortaokulda verilecek din eğitimi derslerinin, okul içi saatlerde mi okul dışı saatlerde mi sunulacağı, bunların ‘isteğe bağlı’ mı yoksa ‘seçmeli’ mi olacağı ya da okullarda din ve vicdan hürriyetinin nasıl sağlanacağı veya ayrımcılık deneyimlerinin yaşanmamasının nasıl güvence altına alınacağı da tamamen belirsiz. İsteğe bağlı ders/seçmeli ders: İsteğe bağlı ders ve seçmeli ders aslında birbirinden oldukça farklı iki kavram. ERG, Türkiye’de Din ve Eğitim: Son Dönemdeki Gelişmeler ve Değişim Süreci (2011) başlıklı yayında isteğe bağlı dersi şöyle tanımlıyor: ‘Genellikle okul saatleri dışında sağlanan, öğrencinin almak için ayrıca çaba sarf etmesi gereken derslerdir. Öğrenci, seçenekler arasında tercih yapmaz, bu dersi almak için okul yönetimine ayrıca başvuruda bulunur.’ Buna karşılık, seçmeli ders, aynı yayında, ‘öğrencilerin normal ders saatleri içinde aldığı, ancak seçenekler arasında tercih yapabildiği dersler’ olarak tanımlanıyor. Ancak, son yasal düzenleme din eğitimi derslerinin (‘Kur’an-ı Kerim’ ve ‘Hz. Peygamber Efendimiz’in Hayatı’) ‘isteğe bağlı seçmeli dersler’ olacağını belirtiyor. Dolayısıyla yasal düzenleme de belirsizlikleri pekiştiriyor. 4+4+4 ve Türkiye’nin geleceği 4+4+4 süreci, Türkiye’nin geleceği hakkında hem demokrasinin durumu hem de eğitim sistemindeki dönüşüm açısından oldukça karamsar bir tablo koyuyor önümüze. Toplumun her kesimini ilgilendiren, bilimsel bulgulara dayalı olarak yapılandırılması gereken bir alanda, yani eğitimde, hiçbir araştırma ve etki değerlendirme sürecini işletmeden, yalnızca bir aylık bir süre içinde tüm sistemi altüst eden bir değişiklik gerçekleştirildi. Değişiklik gerçekleştirilirken sivil toplum örgütleri ve ülkenin en önemli üniversitelerinin görüşleri çok büyük ölçüde görmezden gelindi. Parlamento çatısı altında, demokrasi geleneğiyle hiçbir şekilde bağdaşmayacak olaylar yaşandı. Bir değişiklik teklifinin hayata geçmesini belirleyen en önemli etmenin liderin sahiplenmesi olduğu, maalesef bir kez daha gözler önüne serilmiş oldu. 2012-2013 öğretim yılı hızla yaklaşırken, eğitim sisteminin en büyük problemi yapılan değişikliklerden ziyade, yapılan değişikliklerin uygulama ayağının çok belirsiz bırakılmış olması. Resmi okullar ve özel okullar, gelecek yıl hangi öğrencileri hangi öğretim programıyla okutacağını, bir ilkokul olarak mı yoksa ortaokul olarak mı hizmet vereceğini, 4. sınıftan 5. sınıflara geçişin nasıl olacağını, tüm bunlar bir yandan sürerken tüm okullarda öğrencilere tablet bilgisayar verilmesini öngören FATİH Projesi’nin nasıl uygulanacağı konularında fikir ve bilgi sahibi değil. Tüm bunlardan öte, Türkiye’de eğitim sisteminde kalitenin artırılması için temel eğitimin sunulan hizmetlerin çocukların ihtiyaçlarına göre güçlendirilmesi, mesleki eğitimin ötelenmesi ve iyileştirilmesi, ortaöğretimin kişisel gelişim odağıyla yeniden yapılandırılması, eğitim sisteminin merkezi sınavların inanılmaz baskısından kurtarılması gibi bireysel gelişime öncelik verecek reformlar gündemdeki yerini tamamen kaybediyor. İnsanın aklına, ‘4+4+4’ün Meclis’ten geçmesinden günler sonra açıklanan ekonomik teşvik paketi ve ‘Güneydoğu, Türkiye’nin Çin’i olacak’ sözleriyle 4+4+4’ü ayrı düşünmek mümkün mü’ sorusu takılıp kalıyor. Eğitim Reformu Girişimi’nin 4+4+4’le ilgili yayınlarına ulaşmak için http://erg.sabanciuniv.edu/node/756.]]>